
Kitap serisini baştan okuma, filmleri yeniden izleme ve bunları bloga yazma projem devam ediyor. İlk üç kitap içinde favorim olan ve ilk kez bu kadar karanlık, zekice ve karmaşık bir olay örgüsüne sahip üçüncü kitapta sıra: Azkaban Tutsağı.
Harry'nin Hogwarts'taki üçüncü yılı, bir hayli olaylı başlar. Yaz tatilinde tek istediği ödevlerini yapabilmek -ki bunu geceleri gizli gizli, battaniyesinin altında bir el feneriyle yapmak zorunda bırakılır zavallım- ve İngiltere'nin baştan aşağı büyücülerle dolu tek köyü olan Hogsmeade'e yapılacak okul gezilerine katılabilmesi için gerekli imzayı eniştesinden koparabilmek olan Harry, üstüste gelişen şanssızlıklar silsilesi sonucu halasını içi gaz dolu bir balonmuşçasına şişirmiş bulur kendini. Önceki yıl Dudley'lerin evinde küçük bir büyü yapan ev cini Dobby nedeniyle uyarı alan Harry, halasını şişirmek gibi çok daha büyük ve tatsız -üstelik bu sefer, gerçekten de kendisinin gerçekleştirdiği- bir büyü sonucu okuldan atılacağına emindir. Büyücülük hapishanesi olan Azkaban'a atılacağından bile kaygılanmaktadır. Ama yapacağı bir şey yoktur, o evde daha fazla kalamayacağı kesindir. Eşyalarını toplar; Hogwarts kitaplarını ve araç gereçlerini sandığına doldurup Hedwig'in kafesini alır ve hışımla terk eder evi (halası hâlâ şiştikçe şişer ve yükseldikçe yükselirken).
Harry kendini, yaşamını dışlanmış biri olarak sürdüreceğine ve bir daha Hogwarts'ı görmeyeceğine inandırır, ama en azından büyücülerle birarada olabilmek için Londra'ya, Çatlak Kazan'a gider. Amacı handa bir oda tutup, durumunu sakin kafayla düşünmektir. Gelgelelim Diagon Yolu'nda onu Sihir Bakanı Fudge karşılar -Harry'i sağ salim odasına yerleştirir, bundan sonra güvende olması için birkaç tembih sıralar, diğer büyücülerden okul başlayana kadar Harry'e göz kulak olmalarını, onu gözlerinin önünden ayırmamalarını rica eder. Değil Sihir Bakanı'nın bizzat kendisi tarafından karşılanmayı, okula devam edebilmeyi bile beklemeyen Harry, şaşkınlık içindedir. Bunda bir iş vardır, ama ne? Sonradan ortaya çıkar ki, Azkaban'dan firar eden Sirius Black isimli çok tehlikeli suçlu, Harry Potter'ın peşindedir. Voldy'nin sadık destekçilerinden olan Black, efendisinin düşüşünden dolayı Harry'i suçlamakta, onu öldürerek intikam alabilmeyi, bir de tabii, Karanlık Lord'un tekrar yükselişinde pay sahibi olabilmeyi ummaktadır. Black o kadar tehlikeli bir canidir ki, Sihir Bakanlığı Muggle'ların Başbakan'ını bile ondan haberdar etmiştir ve şimdi de, tüm gözler üzerlerindeyken çuvallamamak, vatandaşlarına rezil olmamak için, canla başla Harry'i güvende tutmaya çalışmaktadırlar. Ancak bunlar yeterli olmayacak, Sirius Black dünyanın en güvenli yeri kabul edilen Hogwarts'a girmeyi başaracaktır. Üstelik hakkında Harry'nin bilmediği çok şey vardır.
Tıpkı Sırlar Odası'nda olduğu gibi Azkaban Tutsağı'nda da okuyucuya büyücülük dünyasına dair yepyeni şeyler göstermeye devam eden Rowling, bu dünyayı artık iyice genişletip büyütüyor. En üst katmanda duran, göze ilk çarpan yeni büyüler ve yeni öğretmenler serinin hafif tarafını sembolize eder ve okuyucuya gerekli eğlenceyi sunarken, Harry'nin geçmişine dair yeni bilgiler hikâyeyi derinleştiriyor ve daha yetişkin temalara yelken açıyor. İkisi de ilk kez Azkaban Tutsağı'nda ortaya çıkan; karşısına çıktığı insanın en çok korktuğu şeyin biçimini alan ve ancak kahkahayla yenilen Böcürt'ler ile karşısına çıktığı insanın tüm yaşam sevincini çekip alan, bazı durumlarda da kişinin ruhunu emerek geride içi boş bir kabuk bırakan ve ancak mutlulukla yenilen Ruh Emici'ler, bu kitabın temalarını özetliyor bize aslında: umut sayesinde kederi yenmek.
Azkaban Tutsağı aslında serinin tüm kitapları arasında ele alındığında ileri bir adımdan çok geri bir adım atıyor; ki son derece doğru bir yönde gidiyor anlamına geliyor bu. Rowling Harry'nin Voldemort'la ve onun takipçileriyle olan geçmişini derinleştirmek için bolca zaman harcıyor, bu da harikulade karakter gelişimleri ve amaçlarla hareketlerin (Harry'nin büyük bir kendini adamışlıkla Voldy'i durdurmak istemesi gibi) arkasında çok daha inanılır, çok daha içi dolu nedenler olması demek.
Ölüm cezası ve bunun toplumdaki yeri de kitabın ana temalarından. Bir Ruh Emici'nin öptüğü kişinin ruhunu emip alarak onu bir bitki, bir kabuk olarak bırakması, apaçık idam anlamına geliyor. Ve Sirius Black, Ruh Emici Öpücüğü'ne çarptırılıyor. Yarı at-yarı kartal sihirli bir yaratık olan bir hipogrif; Şahgaga üzerine kurulu ara öykü de bu temaya paralellik gösteriyor. Kendisine hakaret eden bir "insan"a -yani belli ki, büyücülük yasalarına göre kendinden kat be kat üstün bir varlığa- pençe attı diye ölüm cezasına çarptırılıyor Şahgaga. Böylece birbirine paralel giden iki hikayede, ölüm cezasını işliyor Rowling. Kitap aynı zamanda geleceğin öngörülemezliği ve zamanın değeriyle, duygularla ve onları kontrol etmeyi öğrenmekle, öfke ve korkunun doğuracağı çaresizlikle ve en karanlık zamanlarda bile umut bulmaya çalışmakla ilgili.
Azkaban Tutsağı, bir çocuğun ya da yeniyetmenin değil de bir yetişkinin zihin gücü ve zekasını tam anlamıyla cezbedecek ilk Harry Potter kitabı sanırım. Kitaba yayılmış gizem tahmin etmesi güç bir gizem, katmanlı olay örgüsü ve karakter gelişimi de çok başarılı. Üstelik sadece fantezi dünyasına dair olmayan, insanoğlunun en temel duygularının derinliklerini keşfe çıkan ilk Harry Potter kitabı bu. Pek çok hikayeyi ayrı ayrı dokuyarak çok etkileyici bir final için hepsini biraraya toplamayı başaran Rowling'in zekâsı, insana parmak ısırttırıyor.

Evet çok fazla şey atılmış bu filmde, ama genel olarak en sadık okuyucuya bile batmayan eksiklikler bunlar çünkü hikayenin özüne zarar gelmemiş, ruhu -kendinden önceki ve sonraki filmlerde olduğu gibi- yok olmamış, sihir -ilk kez- gerçek anlamda yakalanmış. (Atılan kısımlarla ilgili tek bir şikayetim var: Lupin, James, Sirius ve Peter'ın dostluğu ve Çapulcu Haritası. Kesinlikle tempoyu düşürecekti Bağıran Baraka sahnesine bu açıklamaları yerleştirmek, ancak Aylak, Kılkuyruk, Patiayak ve Çatalak'ın hikayesi ve haritayı kimlerin hazırladığı, ne olursa olsun atlanmaması gerekecek kadar temel ve önemli detaylardı. Uyarlamadaki farklılıklar demişken, bir de Ruh Emici'lerin uçabiliyor olması çok hoşuma gitmedi. Ben onları kafamda hep yerden iki santimcik yukarıda duran, havada süzülür gibi ilerleyen yaratıklar olarak canlandırmıştım. Her nedense filmdeki Ruh Emici'ler kitaptakiler kadar korkutucu gelmediler bana.)
Hogwarts bu filmde her zamankinden daha dağınık, daha karışık, daha yabancı görünüyor. Yetişkin oyuncular ilk kez bu filmde sırf öykünün ilerlemesi için kullanılan öğeler olmaktan çıkmış, hikayenin gerçek parçaları haline gelmişler. John Williams da, diğer filmlerdeki korkunç gürültülü müzikler yerine çok daha incelikli ve başarılı, görsel yönetimle uyumlu müzikler yapmış Prisoner of Azkaban için.
Oyunculuklara gelince: Bu filmde çocuk aktörlerimizin üçü de ilkgençliğe geçmişler ve üçünün de performansları, gözle görülür ölçüde gelişmiş. Benim gözüme en çok çarpan, başta çok zayıf bulduğum Emma Watson oldu. Bu hızda giderse -ki gideceğini biliyoruz- çok başarılı bir aktrise dönüşecek. Ron karakteri, filmlerde ağır havayı dağıtacak komik karakterden daha fazlasına layık görülmeyecekmiş gibi görünüyor, ama Grint çok sempatik -ve evet, komik. Radcliffe ise hâlâ zayıf bir aktör, ama neyse ki artık Harry karakterinin içindeki öfkeyi az buçuk da olsa gösterebiliyor ve vara yoğa sırıtmayı bırakıyor -oyunculuk yönetimi de yönetmenin işlerinden biri herhalde, değil mi? Mahareti yine Cuarón'da buluyorum :)
Kadroya yeni katılan oyuncular arasında en ünlü isim, Sirius Black rolündeki Gary Oldman. Oldman'ın herhangi bir performansına laf etmeyi aklımdan bile geçirmem. Sirius Black dışında herhangi bir performansına yani. Kitaplarla ilgisi olmayanlar ona bayılmıştır diye tahmin ediyorum, okuyucuların önemli bir kısmı da çok beğenmiş olabilir; Oldman'ın manik Black tiplemesi, kağıt üzerindekinden daha güçlü, daha etkileyici bir karakter olarak geliyor bile olabilir insanlara, bilemeyeceğim. Ama ben kağıt üzerindeki Sirius'u istiyorum. Oldman'ın o Sirius'u tanıdığı pek söylenemez, kitapları okumamış bile. Bu bir uyarlama sonuçta, her şeyin senaryoda bittiği herhangi bir film değil.
Emma Thompson da, eksantrik Kehanet dersi hocası olarak katılıyor kadroya. Genelde çok beğendiğim bir aktris olur kendisi, ama Trewlaney karakterini gereksiz bir abartıyla, neredeyse karikatürize bir yorumla oynuyor. Sonuçta komik sayılabilecek birkaç an elde edilmiş, ama hepsi bu. Asıl karakter harcanmış gitmiş.
Bir de yeni Albus Dumbledore'umuz var: Michael Gambon aslında çok sevdiğim bir oyuncu, ama Dumbledore rolünde ilk izlediğimde bana fazla soğuk gelmişti. Hâlâ Dumbledore'da olması gereken babacanlığa, o güven verici sıcaklığa sahip olduğunu düşünmüyor ve mesafeli buluyorum, ancak bu üç filmi tekrar izleyince, kesinlikle ilk Dumbledore'dan (vefat etmeden önce ilk iki filmde oynayan Richard Harris'ten) daha iyi bir Dumbledore olduğuna karar verdim. Çok daha enerjik, çok daha güçlü görünümlü ve çok daha çatlak, olması gerektiği gibi yani.
Profesör Lupin rolünde ise David Thewlis şahane. Her şeyiyle kafamda canlandırdığım Lupin. Kusursuz olmuş. Ayın şekilde Timothy Spall, kendini fareye çevirmediği zamanlarda bile fareyi andıran suratı ve inanılmaz başarılı yalakalığıyla Peter Pettigrew rolünde olağanüstü bir seçim olmuş.
Prisoner of Azkaban'da, ilk iki filmi yöneten Columbus, koltuğunu Alfonso Cuarón'a bırakmış ve o kadar, o kadar iyi olmuş ki. Önceki filmlere göre çok daha karanlık, çok daha klostrofobik ama aynı zamanda çok daha büyülü bir hava yakalamış Cuarón. Üstelik nefis de bir tempo tutturmayı, boş aksiyon sahnelerinden oluşan bir film çekmemesine rağmen o tempoyu hiç düşürmemeyi başarmış. Serinin sonraki filmleri için neden onunla çalışmaya devam edilmediği, benim idrak kabiliyetimi aşan bir muamma.
Sanki başka bir evrende geçiyor bu seferki Harry Potter serüveni. O kadar farklı öncekilerden bu film.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder