
Distopik bilim kurgu türüne dahil edebileceğimiz Açlık Oyunları, aynı adlı üçlemenin ilk kitabı (ikincisi Ateşi Yakalamak, üçüncüsüyse ağustosta yayınlanacak). Belki ilk kitabın konusuna pek orijinal diyemeyiz (hatta Battle Royale, The Running Man, Bin Dokuz Yüz Seksen Dörtve Survivor kırması diyebiliriz), ama kurgu o kadar başarılı ki, ilk bölümü okuduktan sonra herhangi bir orijinallik derdinizin kalmayacağını, sadece ve sadece kitabı bitirmeye odaklanacağınızı şahsen garanti ediyorum. Üstelik istediği kadar şundan bundan "etkilenmeler" taşıyor olsun, hikaye süper bence. Herkesin bir zaafı, özel merakı vardır, benimki de distopyalar ve Survivor tarzı yarışmalar, ikisi birleşince tadından yenmez bir şey oluyor benim için.
Belirsiz bir gelecekte, coğrafi olarak günümüzdeki Kuzey Amerika'nın bulunduğu yerde Capitol denilen büyük bir kent ve bu kente bağlı sömürgeler halinde yaşayan toplulukların bulunduğu mıntıkalar var. Teknoloji inanılmaz ilerlemiş, ama halkın büyük bölümü inanılmaz ölçüde fakirleşmiş. Capitol'deki her şeyden habersiz, kafaları pek bir şeye basmayan, magazin meraklısı estetik ameliyat delisi insanlar bir yana, mıntıkalarda yaşayan asıl halk açlıktan ölmeme savaşı veriyor. Bölgeleri elektrikli çitlerle çevrili ve bulundukları yeri terk etme izinleri yok. Aslında hiçbir şeye izinleri yok, Capitol yönetimine ters düşen bir düşünceyi ağızlarından kaçırırlarsa örneğin, kendilerine "Barış Muhafızları" diyen askerler gelip kafalarına bir kurşun sıkabilir.
Capitol yönetimi, geçmişte yaşanmış bazı ayaklanmaları cezalandırmak ve yenilerini oluşmadan engelleyebilmek, halkın aslında Capitol karşısında ne kadar güçsüz, zavallı ve değersiz olduğunu insanlara sürekli hatırlatmak için, her yıl Açlık Oyunları adı verilen birreality show düzenliyor. Her mıntıkadan bir kız, bir de oğlan olmak üzere 2 kişinin katıldığı, katılımcılara 'haraç' adı verilen ve toplam 24 haraçla başlayan bu "oyun"lar, havasını, suyunu, ağaçlarını, canlılarını Capitol'un kontrol ettiği bir arenada yapılıyor. 24 haraç, birkaç günlük müzakere ve eğitimden geçtikten ve derilerinin altına birer tracker yerleştirildikten sonra, her tarafı gizli kameralarla çevrili arenaya atılıyor ve oyunlar başlıyor. Hedef basit: hayatta kalmak. Arenanın zor koşulları (soğuk, susuzluk, zehirli otlar, vahşi hayvanlar ve tabii ki açlık) bir yana, asıl savaş, haraçların arasında. Kimse kalmayana dek birbirlerini öldürmek zorundalar, çünkü Açlık Oyunları'ndan sadece bir kişi sağ çıkabiliyor.
Televizyondan canlı olarak yayınlanan (ve herkesin izlemek zorunda bırakıldığı) Açlık Oyunları'na katılacak oyunculara, kurayla karar veriliyor. Tek şart, oyuncuların 12 ila 18 yaşları arasında olmaları. Kuradan Prim isminde, on iki yaşında küçük bir kızın adı çıkınca, Katniss isimli ablası, oyunlara onun yerine katılmaya gönüllü oluyor. Açlık Oyunları serisi bu ablanın bakış açısından, birinci tekilde yazılmış, baş karakterimiz de o doğal olarak.
Katniss, 12. (ve son) mıntıkada yaşayan, on altı yaşında bir genç kız. Babası birkaç yıl önce bir maden kazasında öldüğünden beri, kız kardeşi ve annesine o bakıyor; akşamları gizlice ormana sızarak avcılık ve toplayıcılık yapıyor. Çıtkırıldım bir kız değil; hem ruhsal, hem de bedensel olarak son derece güçlü, iyi nişancı, inatçı, ve genelde alışageldiğimiz kahramanların aksine etrafındakileri düşündüğü kadar kendisini de düşünen, gerektiğinde bencil olabilen biri Katniss. Yani şahane bir kahraman.
Çok sürükleyici, hangi tür romanları severseniz sevin sizi etkileyecek ve işinizi gücünüzü bırakıp aynı gün içinde bitirmenizi sağlayacak bir kitap var karşımızda. Serinin ikinci kitabı Ateşi Yakalamak'tan ise, ilk kitabı okumayanları düşünerek hiç bahsetmiyorum, sadece ilk kitaptan daha bile çok sevdiğimi söyleyeyim, üçlemenin ortasında olmasına, bir nevi geçiş kitabı sayılmasına rağmen hem de.
Fakat okurken beni çok kızdıran (evet, resmen kızdıran) bir şeye de değinmeden geçemeyeceğim bu yazıda: kitabın çevirisi. Aslında tam olarak çevirisi de değil, düzeltisi diyebiliriz sanırım. İlk kitabın girişine şuna benzer bir not düşmüş yayınevi: "Bu roman, yazar tarafından şimdiki zamanda yazılmıştır. Fakat biz, kitabın ilk baskılarından farklı olarak, daha güzel olsun diye (!) di'li geçmiş zamana çevirdik kullanılan zamanı." Kitap yanımda olmadığı için birebir alıntı yapamıyorum, fakat emin olun, söylediği şey bu.
Anladığım kadarıyla (bu notu düşen kişinin Türkçesi pek iyi olmadığı için emin olamıyorum) kitap ilk olarak birebir çevrilmiş, birkaç baskı yapmış o şekilde, satmış. Fakat bir nedenle, bir süre sonra, Collins'in kullandığı dili baştan aşağı değiştirmeye karar vermiş yayınevi (oysa kitap yazarındır, çevirmenin değil. Bir şiir değil, roman var ortada.) Hem de basıldıktan sonra, evet. Bunun saçmalığından bahsetmeyeceğim bile, ortaya çıkan şeyden yani benim okuduğum baskıdaki metinden bahsetmek istiyorum. Sanki birisi (ama Türkçe bilmeyen, hatta okumayı da bilmeyen birisi) almış eline bir kırmızı kalem, oturmuş, her cümlenin sonuna (ama sadece sonuna!) bakarak, yüklemleri çat çat değiştirmiş. Ortaya bir garip zamanlar silsilesi çıkmış. Aynı paragrafta basit geçmiş zaman, yakın geçmiş zaman, geniş zaman ve şimdiki geçmiş zamana rastlamak mümkün.
Çevirmenin adına Gece Evi serisinden aşinayım, açıkçası o kitaplarda hiç de fena olmayan bir iş çıkardığını düşünmüştüm. Zaten ilk kitabın başına düşülen not, bu hataların çevirmenle pek de bir ilgisi olmadığına işaret ediyor. Kitabın çevirisi müthiş demiyorum; cümle düşüklükleri ve imlâ hataları gırla, fakat artık bu tarz kitaplarda alışkın olduğum için midir, daha iyisini beklemiyorum zaten. Hem kitap o kadar sürükleyici ki, kendinizi kaptırdığınızda (benim gibi bir imlâ manyağıysanız bile) yazım hatası görecek haliniz kalmıyor. Zaman dilimlerindeki karışıklık ise, yenilir yutulur gibi değil. Olay sadece aynı paragrafta farklı zamanların kullanılmış olması değil, yanlış kullanılmış olmaları. Di'li geçmiş zamanda geçmesi gereken bir yüklem şimdiki geçmiş zamanda kullanılmış, ama hemen ardından gelen cümlede bunun tam tersi yapılmış. Hemen bir örnek vereyim:
"İkimiz birer ayağından tutup onu yüz seksen derece çeviriyorduk ve tuzlu suya doğru çekmeye başladık." (Ateşi Yakalamak, 318. sayfa)
Açlık Oyunları'nın bir edebiyat şaheseri olmadığının farkındayım, elbette beni benden alacak bir dil de beklemiyorum. Kapak tasarımından adına kadar her şeyiyle belli ki, bu elinize aldıktan sonra masaya koymadan okuyup bitireceğiniz, sonra da unutacağınız, pek çok kişiye aynı anda hitap edebilecek, salt eğlencelik bir roman. Ama bu, bu kadar özensiz davranılmasını haklı çıkarmıyor bence. Editörün (söz konusu yayınevinde varsa böyle biri tabii) ne yaptığını, nasıl buna izin verebildiğini merak etmemek elde değil.
Bu kadar söylendikten sonra, "alın bu kitabı, okuyun mutlaka!" demem çok mantıklı gelmeyebilir :) Ama o kadar bağımlılık yapıcı, o kadar etkileyici bir seri ki bu, değer bence. Tabii ki İngilizce biliyorsanız orijinalinden okuyun, benim düştüğüm hataya düşmeyin. Ama İngilizceniz o kadar iyi değilse, boşverin hataları, alın kitapları. Birkaç günde bitirip, ağustosta çıkacak son kitabı beklemeye başlayacaksınız. Ya da en iyisi (benim şu anki aklım olsa ben öyle yapardım), ağustosa kadar bekleyin, üç kitabı da alın, ve hepsi elinizin altındayken okumaya başlayın. Böylece benim ikinci kitabı bitirdikten -ve üçüncünün çıkmasına aylar olduğunu öğrendikten- sonra girdiğim ufak çaplı depresyon sizi de avcunun içine almaz, mutlu mesut okur, bitirirsiniz, kafanız rahat. Oh.
Belirsiz bir gelecekte, coğrafi olarak günümüzdeki Kuzey Amerika'nın bulunduğu yerde Capitol denilen büyük bir kent ve bu kente bağlı sömürgeler halinde yaşayan toplulukların bulunduğu mıntıkalar var. Teknoloji inanılmaz ilerlemiş, ama halkın büyük bölümü inanılmaz ölçüde fakirleşmiş. Capitol'deki her şeyden habersiz, kafaları pek bir şeye basmayan, magazin meraklısı estetik ameliyat delisi insanlar bir yana, mıntıkalarda yaşayan asıl halk açlıktan ölmeme savaşı veriyor. Bölgeleri elektrikli çitlerle çevrili ve bulundukları yeri terk etme izinleri yok. Aslında hiçbir şeye izinleri yok, Capitol yönetimine ters düşen bir düşünceyi ağızlarından kaçırırlarsa örneğin, kendilerine "Barış Muhafızları" diyen askerler gelip kafalarına bir kurşun sıkabilir.
Capitol yönetimi, geçmişte yaşanmış bazı ayaklanmaları cezalandırmak ve yenilerini oluşmadan engelleyebilmek, halkın aslında Capitol karşısında ne kadar güçsüz, zavallı ve değersiz olduğunu insanlara sürekli hatırlatmak için, her yıl Açlık Oyunları adı verilen birreality show düzenliyor. Her mıntıkadan bir kız, bir de oğlan olmak üzere 2 kişinin katıldığı, katılımcılara 'haraç' adı verilen ve toplam 24 haraçla başlayan bu "oyun"lar, havasını, suyunu, ağaçlarını, canlılarını Capitol'un kontrol ettiği bir arenada yapılıyor. 24 haraç, birkaç günlük müzakere ve eğitimden geçtikten ve derilerinin altına birer tracker yerleştirildikten sonra, her tarafı gizli kameralarla çevrili arenaya atılıyor ve oyunlar başlıyor. Hedef basit: hayatta kalmak. Arenanın zor koşulları (soğuk, susuzluk, zehirli otlar, vahşi hayvanlar ve tabii ki açlık) bir yana, asıl savaş, haraçların arasında. Kimse kalmayana dek birbirlerini öldürmek zorundalar, çünkü Açlık Oyunları'ndan sadece bir kişi sağ çıkabiliyor.
Televizyondan canlı olarak yayınlanan (ve herkesin izlemek zorunda bırakıldığı) Açlık Oyunları'na katılacak oyunculara, kurayla karar veriliyor. Tek şart, oyuncuların 12 ila 18 yaşları arasında olmaları. Kuradan Prim isminde, on iki yaşında küçük bir kızın adı çıkınca, Katniss isimli ablası, oyunlara onun yerine katılmaya gönüllü oluyor. Açlık Oyunları serisi bu ablanın bakış açısından, birinci tekilde yazılmış, baş karakterimiz de o doğal olarak.
Katniss, 12. (ve son) mıntıkada yaşayan, on altı yaşında bir genç kız. Babası birkaç yıl önce bir maden kazasında öldüğünden beri, kız kardeşi ve annesine o bakıyor; akşamları gizlice ormana sızarak avcılık ve toplayıcılık yapıyor. Çıtkırıldım bir kız değil; hem ruhsal, hem de bedensel olarak son derece güçlü, iyi nişancı, inatçı, ve genelde alışageldiğimiz kahramanların aksine etrafındakileri düşündüğü kadar kendisini de düşünen, gerektiğinde bencil olabilen biri Katniss. Yani şahane bir kahraman.

Fakat okurken beni çok kızdıran (evet, resmen kızdıran) bir şeye de değinmeden geçemeyeceğim bu yazıda: kitabın çevirisi. Aslında tam olarak çevirisi de değil, düzeltisi diyebiliriz sanırım. İlk kitabın girişine şuna benzer bir not düşmüş yayınevi: "Bu roman, yazar tarafından şimdiki zamanda yazılmıştır. Fakat biz, kitabın ilk baskılarından farklı olarak, daha güzel olsun diye (!) di'li geçmiş zamana çevirdik kullanılan zamanı." Kitap yanımda olmadığı için birebir alıntı yapamıyorum, fakat emin olun, söylediği şey bu.
Anladığım kadarıyla (bu notu düşen kişinin Türkçesi pek iyi olmadığı için emin olamıyorum) kitap ilk olarak birebir çevrilmiş, birkaç baskı yapmış o şekilde, satmış. Fakat bir nedenle, bir süre sonra, Collins'in kullandığı dili baştan aşağı değiştirmeye karar vermiş yayınevi (oysa kitap yazarındır, çevirmenin değil. Bir şiir değil, roman var ortada.) Hem de basıldıktan sonra, evet. Bunun saçmalığından bahsetmeyeceğim bile, ortaya çıkan şeyden yani benim okuduğum baskıdaki metinden bahsetmek istiyorum. Sanki birisi (ama Türkçe bilmeyen, hatta okumayı da bilmeyen birisi) almış eline bir kırmızı kalem, oturmuş, her cümlenin sonuna (ama sadece sonuna!) bakarak, yüklemleri çat çat değiştirmiş. Ortaya bir garip zamanlar silsilesi çıkmış. Aynı paragrafta basit geçmiş zaman, yakın geçmiş zaman, geniş zaman ve şimdiki geçmiş zamana rastlamak mümkün.
Çevirmenin adına Gece Evi serisinden aşinayım, açıkçası o kitaplarda hiç de fena olmayan bir iş çıkardığını düşünmüştüm. Zaten ilk kitabın başına düşülen not, bu hataların çevirmenle pek de bir ilgisi olmadığına işaret ediyor. Kitabın çevirisi müthiş demiyorum; cümle düşüklükleri ve imlâ hataları gırla, fakat artık bu tarz kitaplarda alışkın olduğum için midir, daha iyisini beklemiyorum zaten. Hem kitap o kadar sürükleyici ki, kendinizi kaptırdığınızda (benim gibi bir imlâ manyağıysanız bile) yazım hatası görecek haliniz kalmıyor. Zaman dilimlerindeki karışıklık ise, yenilir yutulur gibi değil. Olay sadece aynı paragrafta farklı zamanların kullanılmış olması değil, yanlış kullanılmış olmaları. Di'li geçmiş zamanda geçmesi gereken bir yüklem şimdiki geçmiş zamanda kullanılmış, ama hemen ardından gelen cümlede bunun tam tersi yapılmış. Hemen bir örnek vereyim:
"İkimiz birer ayağından tutup onu yüz seksen derece çeviriyorduk ve tuzlu suya doğru çekmeye başladık." (Ateşi Yakalamak, 318. sayfa)
Açlık Oyunları'nın bir edebiyat şaheseri olmadığının farkındayım, elbette beni benden alacak bir dil de beklemiyorum. Kapak tasarımından adına kadar her şeyiyle belli ki, bu elinize aldıktan sonra masaya koymadan okuyup bitireceğiniz, sonra da unutacağınız, pek çok kişiye aynı anda hitap edebilecek, salt eğlencelik bir roman. Ama bu, bu kadar özensiz davranılmasını haklı çıkarmıyor bence. Editörün (söz konusu yayınevinde varsa böyle biri tabii) ne yaptığını, nasıl buna izin verebildiğini merak etmemek elde değil.
Bu kadar söylendikten sonra, "alın bu kitabı, okuyun mutlaka!" demem çok mantıklı gelmeyebilir :) Ama o kadar bağımlılık yapıcı, o kadar etkileyici bir seri ki bu, değer bence. Tabii ki İngilizce biliyorsanız orijinalinden okuyun, benim düştüğüm hataya düşmeyin. Ama İngilizceniz o kadar iyi değilse, boşverin hataları, alın kitapları. Birkaç günde bitirip, ağustosta çıkacak son kitabı beklemeye başlayacaksınız. Ya da en iyisi (benim şu anki aklım olsa ben öyle yapardım), ağustosa kadar bekleyin, üç kitabı da alın, ve hepsi elinizin altındayken okumaya başlayın. Böylece benim ikinci kitabı bitirdikten -ve üçüncünün çıkmasına aylar olduğunu öğrendikten- sonra girdiğim ufak çaplı depresyon sizi de avcunun içine almaz, mutlu mesut okur, bitirirsiniz, kafanız rahat. Oh.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder