10 Mart 2011 Perşembe

Stephen King - Azrail Koşuyor (1982)


Stephen King'in ilk baskılarında Richard Bachman takma ismiyle yayınlattığı Azrail Koşuyor*, 2025 yılında, şiddetin gitgide arttığı, ekonominin yerlerde süründüğü, totaliter bir distopya haline gelmiş Amerika'da; reytinglerin ve eğlence anlayışının insan avı şekline büründüğü korkutucu bir gelecekte geçiyor. Romanın kahramanı, işsiz ve parasız, ama ölmek üzere olan hasta kızı için acele para bulması gereken Ben Richards. Son çare olarak devletin düzenlediği yarışmaların yayınlandığı bir kanala gidiyor; bu yarışmalar halkın yeni eğlence anlayışını oluşturmakta, içlerinden biri, ancak kalp hastalarının katılabildiği ve hedefin koşu bandının üzerinde mümkün olduğu kadar çok kalmak olduğu bir oyun mesela, doğal olarak çoğu kez yarışırken kalp krizinden ölen yarışmacılara ev sahipliği ediyor.

Kahramanımız, The Running Man (Koşan Adam) isimli, kanalın en popüler, en vahşi ve en tehlikeli yarışması için seçiliyor. Yarışmacı dünyada istediği yere gidebiliyor bu yarışmada, ama peşinde onu öldürmeye çalışan, kanal için çalışan "Avcı"lar (tetikçiler) oluyor. Bir yere saklanması anlamsız olur, çünkü günde iki kez kendini kameraya çekip, kasetleri kanala yollamak zorunda (ve tabii ki bunların nereden yollandığı belli oluyor). Hayatta kaldığı her saat başına 100 dolar para kazanıyor yarışmacı, öldürdüğü her avcı/polis için de aynı parayı alıyor, yarışmayı kazanırsa yani 30 günün sonunda sağ kalırsa ise 1 milyar dolar. Elbette daha önce kimse kazanamamış bu yarışmayı, en fazla hayatta kalan ise 8 gün kalabilmiş sadece. Tabii ki Ben bu rekoru kırıyor, ama nasıl ve sonra ne oluyor merak ediyorsanız, Azrail Koşuyor'u okumanız gerekecek :). Sizi edebi olarak doyurmaz belki ama, çok eğlenceli saatler sunacağı kesin. Schwarzenegger'li film uyarlamasından kat be kat iyi olan kitap, bana göre Stephen King'in en iyi romanlarından biri.

Alan Moore ve David Lloyd - V for Vendetta (1982-1988)



1980'lerde yazılmış olan ve yazıldığı tarihin yakın geleceğinde, 1990'ların sonunda nükleer savaş sonrası İngiltere'sinde geçen çizgiroman V for Vendetta, sadece "V" olarak bilinen ve Guy Fawkes maskesini yüzünden asla çıkarmayan bir adamın, totaliter devlete karşı açtığı tek kişilik savaşı anlatır. Başlarda Batman'e benzer V, gölgelerin altından maskesiyle belirir ve Evey isimli bir genç kızı, onu tecavüz edip öldürmeyi planlayan polislerin elinden kurtarır. Ama Batman benzerliği bu noktada sona erer, çünkü aynı gece parlamento binası patlar ve bunun V'nin eseri olduğunu, Shakespeare'in oğlu havasında konuşarak gururla patlamanın sorumluluğunu üstlenmesinden anlarız. Bu patlama sonuncu da olmayacaktır, daha büyük bir planı vardır V'nin. Evey'le birlikte, yavaş yavaş V'nin geçmişini öğreniriz hikaye ilerledikçe. Devlet V'yi hapsetmiş, işkence etmiş, üzerinde deneyler yapmıştır, ve aslında ona eskiden bunları yapanları tek tek öldürürken V'nin tek istediği, faşist yönetimi devirmek ve halkı, kendi kendini yönetmek için ikna edebilmektir.

David Lloyd'un illüstrasyonlarıyla ilgili yorum yapamayacağım çünkü hiç ama hiç anladığım bir alan değil. Zaten merkezde Moore'un öyküsü var; V for Vendetta fikirlerle ve adaletle ilgili. Bu devrimci distopyanın en önemli öğelerinden biri, öyküde hükümet tarafından terörist olarak damgalanan suçlunun, zorba hükümetle savaşan hikayenin devrimci kahramanı olması. V idealleri adına binaları bombalar ve insanları öldürmekten hiç çekinmez. Ama Moore'un çizgiromanın tamamı boyunca sorguladığı da budur zaten; halkı bilinçlendirmek adına yapılan terör, aslında kahramanlık mıdır?

Harry Potter ve Melez Prens


Harry Potter yazıları -özellikle blogger'ın sansürlenmesi üzerine sitenin trafiğinin büyük kısmını yitirince- pek içimden gelmez oldu, ama yazı serisini öyle ya da böyle tamamlamadığım sürece iç huzuru bulamayacağım (!) da bir gerçek, bu yüzden son iki kitabı bu hafta yazayım bitsin diyorum. (Önceki yazılara göre biraz kısa ve baştan savma gelebilir, uyarmış olayım.)

Harry'nin Hogwarts'taki altıncı yılına odaklanan Melez Prens, bir önceki kitaba göre çok daha aydınlık bir atmosferde geçiyor. Bakanlık ve büyücü dünyası artık Voldy'nin döndüğünü -el mahkum- kabul ediyor, Bakanlık Zümrüdüanka'daki gibi Hogwarts'a müdahele edemiyor ve hiçkimse de Harry'e çatlak muamelesi yapmıyor. Tersine, hemen herkes onun seçilmiş kişi olduğuna inanıyor gibi. Tüm bunlar, Harry'nin etrafındaki herkese sürekli bağırıp çağırmasıyla kendini gösteren "ergenlik bunalımı"nın geçip gitmesiyle birleştiğinde, Melez Prens'teki Harry çok daha sevilesi bir karakter, kitap da çok daha aydınlık oluyor. Elbette Sirius'un ölümü Harry'i çok sarsmış, ama biraz büyümesine de neden olmuş sanki.

Quidditch takım kaptanı olan, Voldemort'tan defalarca kaçmasına artık herkesin inanması sonucu etrafında kendisine hayran bir sürü kız bulan, üstelik bu sömestr Dumby ile birlikte Voldy'nin geçmişine doğru özel yolculuklara çıkacak olmanın heyecanıyla yerinde duramayan Harry'yi, belki Snape'in Karanlık Sanatlara Karşı Savunma dersinin hocalığına getirilmiş olması biraz etkiliyor, biraz da Malfoy'un feci derecede kuşku uyandırıcı davranışları. Şimdi hapiste olan Lucius Malfoy'un Ölüm Yiyen'lerin çemberindeki eski yerini -reşit bile olmayan- oğlunun aldığına inanan Harry, Hermione ve Ron'un onu aksine ikna etme yönündeki çabalarına rağmen kafasını Malfoy'un ne yaptığıyla ve Çapulcu haritasında görünmediği zamanlar nereye gittiğiyle bozuyor.

Melez-Prens lakaplı kim olduğu belirsiz birinin sahip olduğu eski bir 6. Sınıflar için Temel İksir kitabı Harry'nin eline geçince, kitaba kargacık burgacık bir el yazısıyla yazılmış talimatlar sayesinde Harry, şimdiye kadar arasının hiç hoş olmadığı İksir dersinde birden parlayan yıldız haline geliyor. Fakat kitapta sadece İksir dersine ait notlar değil, Melez Prens'in yarattığı, Hermione'nin hiç mi hiç onaylamadığı büyüler de var.

Bir de aşk meşk ilişkileri var tabii. Bu kitapta Ron, Hermione ve Harry'nin aşk hayatlarına bana kalırsa biraz fazlaca değiniyor Rowling, yine de mizah yönü çok güçlü bölümler bunlar. Her şeyden önemlisi, 6. kitap, Voldemort hakkında en çok bilgiye ulaştığımız, karakterinin neredeyse gözümüzün önünde ete kemiğe bürünecek kadar güçlendiği kitap. Voldemort'un geçmişiyle, daha Voldemort olmadan önceki haliyle, hatta doğumundan dahi öncesiyle, annesi ve babasıyla ilgili çok şey öğreniyoruz. Bir de Harry'ye yönelttiği öldüren lanet geri teptiğinde nasıl olup da hayatta kalabildiğini tabii.

Melez Prens'in filmine gelince... Önceki yazılarda olduğu gibi filmi yerden yere vurup, en ince ayrıntısına kadar didik didik etmeyeceğim bu sefer. Uzun uzun yazabilecek bir şeylerim de yok açıkçası. Nedeni çok basit: 6. kitabın filmi, 6. kitabın filmi değil. Harry Potter and the Half-Blood Prince, artık bir roman uyarlaması olmaktan çıkmış, tamamen bağımsız bir şey olmuş. Bir uyarlama olduğunu unutmayı başararak izlerseniz hoş vakit geçirip filmi beğenmeniz mümkün; komik olması için konulmuş ama komik olmayan aptalca espriler ve yapış yapış teenage romantikliklerini görmezden gelirseniz, iyi bir film olduğunu düşünebilirsiniz bile. Sinematografi harika, setler ve mekanlar olağanüstü, yönetmenlik de 4. ve 5. filmlerle karşılaştırıldığında hiç fena değil. Benim derdim senaryoyla: Ateş Kadehi ve Zümrüdüanka'nın uyarlamalarında en büyük şikayetim, hikayeden ne kadar çok şeyin atıldığı olmuştu, artık bu filmdeyse hikayeden "atılan" bir şeylerden bahsetmek mümkün değil çünkü hikayede kalan bir şey yok. Daha önce öykünün yüzde 80'i ve özü atılarak kalan saçmasapan, basitlikler silsilesi bölümlerden bir film çıkarılmaya çalışılınıyordu, bu seferse kalem kağıt almış ve baştan, bambaşka bir "şey" yazmış sanki senarist. Film karanlık başlıyor başlamasına, ama 10. dakikada, sadece üçlünün aşk hayatına odaklanmasıyla yok olup gidiyor bu atmosfer de. Niçin hikayede hayatî önemi olan Voldemort tarih derslerinin yüzde 90'ı yok da, bir türlü bitmek bilmeyen aşk meşk ilişkileri var bu filmde, bu soru beni aşıyor. Son sahnede kesilip biçilerek parmak kadar kalmış, o parmak kadar kalan kısım da değiştirilerek bambaşka bir şeye dönüştürülmüş Hogwarts savaşına değinmeyi ise yüreğim kaldırmayacak. 

Harry Potter ve Azkaban Tutsağı


Tüm dünyada satış rekorlarını altüst ederek bir fenomene dönüşen, sadece çocukları değil, yetişkinleri de avcunun içine alan Harry Potter serisinin gizemi, eğer zahmet edip okursanız çözülecek: Nefis kitaplar bunlar. Üstelik Rowling de çok iyi yazıyor. Konu, kurgu, yazım dili, öykücülük, her şey son derece sağlam bu seride. Ait olduğu türün ve hitap ettiği yaş kitlelerinin çoktan ötesine geçen seri devam ederken biz Harry Potter'cılar, bir klasiğin doğuşuna tanık olduk. Bu seriyi ilgilenmediğiniz ya da küçümsediğiniz ya da başka bir şey için bugüne dek okumayan siz Harry Potter'cı olmayanlar ise, çok şey kaçırdınız. Hiçbir şey için geç değil. Okuyun.

Kitap serisini baştan okuma, filmleri yeniden izleme ve bunları bloga yazma projem devam ediyor. İlk üç kitap içinde favorim olan ve ilk kez bu kadar karanlık, zekice ve karmaşık bir olay örgüsüne sahip üçüncü kitapta sıra: Azkaban Tutsağı.

Harry'nin Hogwarts'taki üçüncü yılı, bir hayli olaylı başlar. Yaz tatilinde tek istediği ödevlerini yapabilmek -ki bunu geceleri gizli gizli, battaniyesinin altında bir el feneriyle yapmak zorunda bırakılır zavallım- ve İngiltere'nin baştan aşağı büyücülerle dolu tek köyü olan Hogsmeade'e yapılacak okul gezilerine katılabilmesi için gerekli imzayı eniştesinden koparabilmek olan Harry, üstüste gelişen şanssızlıklar silsilesi sonucu halasını içi gaz dolu bir balonmuşçasına şişirmiş bulur kendini. Önceki yıl Dudley'lerin evinde küçük bir büyü yapan ev cini Dobby nedeniyle uyarı alan Harry, halasını şişirmek gibi çok daha büyük ve tatsız -üstelik bu sefer, gerçekten de kendisinin gerçekleştirdiği- bir büyü sonucu okuldan atılacağına emindir. Büyücülük hapishanesi olan Azkaban'a atılacağından bile kaygılanmaktadır. Ama yapacağı bir şey yoktur, o evde daha fazla kalamayacağı kesindir. Eşyalarını toplar; Hogwarts kitaplarını ve araç gereçlerini sandığına doldurup Hedwig'in kafesini alır ve hışımla terk eder evi (halası hâlâ şiştikçe şişer ve yükseldikçe yükselirken).

Harry kendini, yaşamını dışlanmış biri olarak sürdüreceğine ve bir daha Hogwarts'ı görmeyeceğine inandırır, ama en azından büyücülerle birarada olabilmek için Londra'ya, Çatlak Kazan'a gider. Amacı handa bir oda tutup, durumunu sakin kafayla düşünmektir. Gelgelelim Diagon Yolu'nda onu Sihir Bakanı Fudge karşılar -Harry'i sağ salim odasına yerleştirir, bundan sonra güvende olması için birkaç tembih sıralar, diğer büyücülerden okul başlayana kadar Harry'e göz kulak olmalarını, onu gözlerinin önünden ayırmamalarını rica eder. Değil Sihir Bakanı'nın bizzat kendisi tarafından karşılanmayı, okula devam edebilmeyi bile beklemeyen Harry, şaşkınlık içindedir. Bunda bir iş vardır, ama ne? Sonradan ortaya çıkar ki, Azkaban'dan firar eden Sirius Black isimli çok tehlikeli suçlu, Harry Potter'ın peşindedir. Voldy'nin sadık destekçilerinden olan Black, efendisinin düşüşünden dolayı Harry'i suçlamakta, onu öldürerek intikam alabilmeyi, bir de tabii, Karanlık Lord'un tekrar yükselişinde pay sahibi olabilmeyi ummaktadır. Black o kadar tehlikeli bir canidir ki, Sihir Bakanlığı Muggle'ların Başbakan'ını bile ondan haberdar etmiştir ve şimdi de, tüm gözler üzerlerindeyken çuvallamamak, vatandaşlarına rezil olmamak için, canla başla Harry'i güvende tutmaya çalışmaktadırlar. Ancak bunlar yeterli olmayacak, Sirius Black dünyanın en güvenli yeri kabul edilen Hogwarts'a girmeyi başaracaktır. Üstelik hakkında Harry'nin bilmediği çok şey vardır.

Tıpkı Sırlar Odası'nda olduğu gibi Azkaban Tutsağı'nda da okuyucuya büyücülük dünyasına dair yepyeni şeyler göstermeye devam eden Rowling, bu dünyayı artık iyice genişletip büyütüyor. En üst katmanda duran, göze ilk çarpan yeni büyüler ve yeni öğretmenler serinin hafif tarafını sembolize eder ve okuyucuya gerekli eğlenceyi sunarken, Harry'nin geçmişine dair yeni bilgiler hikâyeyi derinleştiriyor ve daha yetişkin temalara yelken açıyor. İkisi de ilk kez Azkaban Tutsağı'nda ortaya çıkan; karşısına çıktığı insanın en çok korktuğu şeyin biçimini alan ve ancak kahkahayla yenilen Böcürt'ler ile karşısına çıktığı insanın tüm yaşam sevincini çekip alan, bazı durumlarda da kişinin ruhunu emerek geride içi boş bir kabuk bırakan ve ancak mutlulukla yenilen Ruh Emici'ler, bu kitabın temalarını özetliyor bize aslında: umut sayesinde kederi yenmek.

Azkaban Tutsağı aslında serinin tüm kitapları arasında ele alındığında ileri bir adımdan çok geri bir adım atıyor; ki son derece doğru bir yönde gidiyor anlamına geliyor bu. Rowling Harry'nin Voldemort'la ve onun takipçileriyle olan geçmişini derinleştirmek için bolca zaman harcıyor, bu da harikulade karakter gelişimleri ve amaçlarla hareketlerin (Harry'nin büyük bir kendini adamışlıkla Voldy'i durdurmak istemesi gibi) arkasında çok daha inanılır, çok daha içi dolu nedenler olması demek.

Ölüm cezası ve bunun toplumdaki yeri de kitabın ana temalarından. Bir Ruh Emici'nin öptüğü kişinin ruhunu emip alarak onu bir bitki, bir kabuk olarak bırakması, apaçık idam anlamına geliyor. Ve Sirius Black, Ruh Emici Öpücüğü'ne çarptırılıyor. Yarı at-yarı kartal sihirli bir yaratık olan bir hipogrif; Şahgaga üzerine kurulu ara öykü de bu temaya paralellik gösteriyor. Kendisine hakaret eden bir "insan"a -yani belli ki, büyücülük yasalarına göre kendinden kat be kat üstün bir varlığa- pençe attı diye ölüm cezasına çarptırılıyor Şahgaga. Böylece birbirine paralel giden iki hikayede, ölüm cezasını işliyor Rowling. Kitap aynı zamanda geleceğin öngörülemezliği ve zamanın değeriyle, duygularla ve onları kontrol etmeyi öğrenmekle, öfke ve korkunun doğuracağı çaresizlikle ve en karanlık zamanlarda bile umut bulmaya çalışmakla ilgili.

Azkaban Tutsağı, bir çocuğun ya da yeniyetmenin değil de bir yetişkinin zihin gücü ve zekasını tam anlamıyla cezbedecek ilk Harry Potter kitabı sanırım. Kitaba yayılmış gizem tahmin etmesi güç bir gizem, katmanlı olay örgüsü ve karakter gelişimi de çok başarılı. Üstelik sadece fantezi dünyasına dair olmayan, insanoğlunun en temel duygularının derinliklerini keşfe çıkan ilk Harry Potter kitabı bu. Pek çok hikayeyi ayrı ayrı dokuyarak çok etkileyici bir final için hepsini biraraya toplamayı başaran Rowling'in zekâsı, insana parmak ısırttırıyor.

Sıra filme geldi. Her şeyden önce, Azkaban Tutsağı ilk üç kitap arasında en uzun kitap olduğu halde beyazperde uyarlaması, ilk üç film arasında en kısa olanı. Bu iyi bir şey aslında, yapımcıların her şeyin birebir uyarlanmaması gerektiğini anladıklarını ve daha sinematik olmaya başladıklarını gösteriyor.

Evet çok fazla şey atılmış bu filmde, ama genel olarak en sadık okuyucuya bile batmayan eksiklikler bunlar çünkü hikayenin özüne zarar gelmemiş, ruhu -kendinden önceki ve sonraki filmlerde olduğu gibi- yok olmamış, sihir -ilk kez- gerçek anlamda yakalanmış. (Atılan kısımlarla ilgili tek bir şikayetim var: Lupin, James, Sirius ve Peter'ın dostluğu ve Çapulcu Haritası. Kesinlikle tempoyu düşürecekti Bağıran Baraka sahnesine bu açıklamaları yerleştirmek, ancak Aylak, Kılkuyruk, Patiayak ve Çatalak'ın hikayesi ve haritayı kimlerin hazırladığı, ne olursa olsun atlanmaması gerekecek kadar temel ve önemli detaylardı. Uyarlamadaki farklılıklar demişken, bir de Ruh Emici'lerin uçabiliyor olması çok hoşuma gitmedi. Ben onları kafamda hep yerden iki santimcik yukarıda duran, havada süzülür gibi ilerleyen yaratıklar olarak canlandırmıştım. Her nedense filmdeki Ruh Emici'ler kitaptakiler kadar korkutucu gelmediler bana.)

Hogwarts bu filmde her zamankinden daha dağınık, daha karışık, daha yabancı görünüyor. Yetişkin oyuncular ilk kez bu filmde sırf öykünün ilerlemesi için kullanılan öğeler olmaktan çıkmış, hikayenin gerçek parçaları haline gelmişler. John Williams da, diğer filmlerdeki korkunç gürültülü müzikler yerine çok daha incelikli ve başarılı, görsel yönetimle uyumlu müzikler yapmış Prisoner of Azkaban için.

Oyunculuklara gelince: Bu filmde çocuk aktörlerimizin üçü de ilkgençliğe geçmişler ve üçünün de performansları, gözle görülür ölçüde gelişmiş. Benim gözüme en çok çarpan, başta çok zayıf bulduğum Emma Watson oldu. Bu hızda giderse -ki gideceğini biliyoruz- çok başarılı bir aktrise dönüşecek. Ron karakteri, filmlerde ağır havayı dağıtacak komik karakterden daha fazlasına layık görülmeyecekmiş gibi görünüyor, ama Grint çok sempatik -ve evet, komik. Radcliffe ise hâlâ zayıf bir aktör, ama neyse ki artık Harry karakterinin içindeki öfkeyi az buçuk da olsa gösterebiliyor ve vara yoğa sırıtmayı bırakıyor -oyunculuk yönetimi de yönetmenin işlerinden biri herhalde, değil mi? Mahareti yine Cuarón'da buluyorum :)

Kadroya yeni katılan oyuncular arasında en ünlü isim, Sirius Black rolündeki Gary Oldman. Oldman'ın herhangi bir performansına laf etmeyi aklımdan bile geçirmem. Sirius Black dışında herhangi bir performansına yani. Kitaplarla ilgisi olmayanlar ona bayılmıştır diye tahmin ediyorum, okuyucuların önemli bir kısmı da çok beğenmiş olabilir; Oldman'ın manik Black tiplemesi, kağıt üzerindekinden daha güçlü, daha etkileyici bir karakter olarak geliyor bile olabilir insanlara, bilemeyeceğim. Ama ben kağıt üzerindeki Sirius'u istiyorum. Oldman'ın o Sirius'u tanıdığı pek söylenemez, kitapları okumamış bile. Bu bir uyarlama sonuçta, her şeyin senaryoda bittiği herhangi bir film değil.

Emma Thompson da, eksantrik Kehanet dersi hocası olarak katılıyor kadroya. Genelde çok beğendiğim bir aktris olur kendisi, ama Trewlaney karakterini gereksiz bir abartıyla, neredeyse karikatürize bir yorumla oynuyor. Sonuçta komik sayılabilecek birkaç an elde edilmiş, ama hepsi bu. Asıl karakter harcanmış gitmiş.

Bir de yeni Albus Dumbledore'umuz var: Michael Gambon aslında çok sevdiğim bir oyuncu, ama Dumbledore rolünde ilk izlediğimde bana fazla soğuk gelmişti. Hâlâ Dumbledore'da olması gereken babacanlığa, o güven verici sıcaklığa sahip olduğunu düşünmüyor ve mesafeli buluyorum, ancak bu üç filmi tekrar izleyince, kesinlikle ilk Dumbledore'dan (vefat etmeden önce ilk iki filmde oynayan Richard Harris'ten) daha iyi bir Dumbledore olduğuna karar verdim. Çok daha enerjik, çok daha güçlü görünümlü ve çok daha çatlak, olması gerektiği gibi yani.

Profesör Lupin rolünde ise David Thewlis şahane. Her şeyiyle kafamda canlandırdığım Lupin. Kusursuz olmuş. Ayın şekilde Timothy Spall, kendini fareye çevirmediği zamanlarda bile fareyi andıran suratı ve inanılmaz başarılı yalakalığıyla Peter Pettigrew rolünde olağanüstü bir seçim olmuş.

Prisoner of Azkaban'da, ilk iki filmi yöneten Columbus, koltuğunu Alfonso Cuarón'a bırakmış ve o kadar, o kadar iyi olmuş ki. Önceki filmlere göre çok daha karanlık, çok daha klostrofobik ama aynı zamanda çok daha büyülü bir hava yakalamış Cuarón. Üstelik nefis de bir tempo tutturmayı, boş aksiyon sahnelerinden oluşan bir film çekmemesine rağmen o tempoyu hiç düşürmemeyi başarmış. Serinin sonraki filmleri için neden onunla çalışmaya devam edilmediği, benim idrak kabiliyetimi aşan bir muamma.

Sanki başka bir evrende geçiyor bu seferki Harry Potter serüveni. O kadar farklı öncekilerden bu film.

Alaycı Kuş


Alaycı Kuş, Açlık Oyunları serisinin üçüncü ve son kitabı. Eğer ilk iki kitabı okumadıysanız bu incelemeyi okumanızı önermem, hatta sizi ilk kitapla ilgili yazıya yollarım: Açlık Oyunları. Serinin ilk iki kitabını biliyorsanız ama Alaycı Kuş'u henüz okumadıysanız, bu yazıyı rahatlıkla okuyabilirsiniz. Sonlarda spoiler vereceğim bir yer olacak ama büyük puntolarla uyaracağım spoiler diye, içiniz rahat olsun o yüzden.

Anımsayacağımız gibi Katniss Ateşi Yakalamak'ın sonunda Açlık Oyunları'ndan ikinci kez sağ kurtulabilmiş, ama Peeta'nın Capitol'ün elinde olduğu, ayaklanmaların yayıldığı ve 12. mıntıkanın yanıp kül olduğu haberini almış, daha önce var olduğunu bilmediği 13. mıntıkaya gitmek üzere Haymitch, Gale ve diğerleriyle birlikte yola çıkmıştı. Alaycı Kuş'sa, kızımız 12. mıntıkanın kalıntıları (ki bu kalıntılara yanan insanların külleri de dahil) arasında dolaşırken başlıyor. Mıntıka halkının yüzde doksanı yaşamını yitirmiş, sağ kalanlar, halkın yetmiş beş yıl önceki savaşta Capitol tarafından yok edildiğini zannettiği ama aslında yeraltında koskoca bir toplumu barındıran 13. Mıntıka'ya yerleştirilmiş. 13'ün halkı Capitol'den bağımsız; savaşta Capitol'e karşı ayaklanmış ve nükleer güçleri nedeniyle kazanmışlar, şimdi de diğer mıntıkaların birleşip ayaklanması asıl planları. Panem'de bir iç savaş başlamak üzere.

Alaycı Kuş yavaş başlıyor; 26 bölümlük kitabın ilk 9 bölümü yani üçte biri tempoyu tutturamamış, fazla ağır gibi gelebilir bazı okuyuculara. Ama bir toparladı mı pir toparlıyor, Collins'in başlarda hantal kalan dili, karakterlerimizin acıları derinleştikçe ve keskinleştikçe gitgide daha iyiye gidiyor ve Alaycı Kuş, kalanını soluk almak için bile duraklamaktan korkarak okuyacağınız bir romana dönüşüyor.

Serinin ikinci kitabı, ilk kitabın formüllerini biraz fazlaca kopya etmesine karşın çok etkileyiciydi, ancak sonundan, Alaycı Kuş'un tamamen farklı bir şey olacağı anlaşılıyordu -ki bu da bana göre hem iyi, hem de kötü bir şeydi. Son kitapla birlikte Collins, ilk kitapları olağanüstü sürükleyici yapan fikirleri ve konuları, tamamen yeni ve başka bir bağlamda, derinleştirerek geri getirmeyi başarmış. Benim en çılgın beklentilerimi bile aşan bir kitap olmuş. Akıllardaki pek çok soru cevaplanmış ve Capitol'un korkunç yönetimi ve mıntıkalardaki halka yaşattıkları ilk iki kitapta olduğundan çok daha açık ve ayrıntılı bir şekilde masaya yatırılmış. Eser geneliyle Açlık Oyunları serisini beklenenden çok daha karanlık bir yöne sokmuş ve ortaya insanı düşünmeye teşvik eden, hatta içini acıtan bir roman çıkmış. Ben şahsen sonlarda bolca ağladım (öhöm) ve romanın bende bıraktığı karanlık hissi bir süre üzerimden atamadım. Belki distopik bir bilim kurgu Alaycı Kuş, ama gerçekten şu an üzerinde yaşadığımız dünyaya uzak şeyler mi söylüyor? İktidar istismarı üzerine, politik suçlulara yapılan işkence üzerine, binlerin hayatı için yüzlerce hayatın feda edilip edilmemesi üzerine, bazen savaştığınız tarafın da pek o kadar temiz olmayabileceğini idrak etmeniz üzerine bir dolu şey söylüyor. Doğrusu, çok doğru şeyler söylüyor.

Savaş neredeyse herkesi değiştirmiş, herkes kabuslar, fiziksel acılar ve yasla uğraşıyor, tümü hasara uğramış, en yakınlarını kaybetmiş, tarifsiz acılar çekmiş durumda. Aynı kalan tek karakter Haymitch belki de, ki onun durumunda, zarar zaten çoktan verilmiş, o da salacağı kadar salmış oluyor kendini. Ama diğerlerini gördükten sonra Haymitch'in ayyaşlığı zararsız, hatta gerekli bir kendi kendini tedavi yöntemi gibi gözükmeye başlıyor okurun gözüne kitabın sonlarında. Ana karakterlerimize bakacak olursak, Gale ilk iki kitapta kendini ailesinin bakımına ve Katniss'e adamıştı, bu kitapta savaşa adamış -hiçbir zaman Gale karakterine bayılmamış biri olarak, bu beni hiç rahatsız etmedi açıkçası. Katniss ve Peeta'nın, tabii ki özellikle Peeta'nın geçirdikleri değişim de inanılmaz, ama spoiler verip de okumayanların keyfini kaçırmamak adına daha fazla bahsetmeyeyim bundan.

Katniss'in sadece bir 'survivor'dan gerçek bir kahramana dönüşümünün okuyucuya klişelerden uzak ve hakikaten inanılır gelmesi, bana göre serinin en önemli başarılarından. Katniss çoğu zaman inatçı ve bencil, ama bıçak kemiğe dayandığında gerçek bir kahraman işte. Üstelik bu sonuncu kitapta dünyasını temelden etkileyecek kararları almasına izin verilmemesi, örneğin savaş planınında fikirlerinin bir öneminin olmaması (ne de olsa 17 yaşında bir kız o) ya da isyanın PR yüzü olduğu için asla gerçek çatışmaya gönderilmemesi acayip buruk, ama çok da gerçekçi olmuş ve kahramanımızı tipik süper-kahramanlardan farklılaştırıp insana yaklaştırmış. Sert ama incinebilir, bağımsız ama hasarlı ve ne kimliğini ne de gücünü bir erkeğe dayanarak tanımlayan Katniss Everdeen şu aralar favori roman-kahramanım.

Kitaptaki her bölüm okuyucuyu canevinden vurma cümleleriyle bitiyor; aynı anda hem merak ve beklenti yaratacak, hem de şok etkisi uyguluyacak vurucu bitişler ("Onu kalbinden vurdum", "Ve bomba patlayıp X'in bacaklarını havaya uçurdu", "Parmakları boynuma kilitlendi" gibi). Bu teknik başlarda hoş gelse de sayfalar ilerledikçe çıldırtıcı bir hal aldığını söylemem gerek, bölümlerin son sayfalarına geldiğimde gözlerimin istem dışı son satırlara kaymaması için ellerimle kapattığımı fark ettim mesela.

Savaşın, hatta politikanın çirkin yüzünü yatırıyor masaya Alaycı Kuş. Suzanne Collins, günümüz dünyasından askeri ayaklanmalar ve gerilla savaşlarıyla ilgili gerçekleri alıp onları kurgusal bir savaş romanına uyarlamış. Bu kitaba hakim olan asıl motif savaşın boktanlığı, bu nedenle Katniss-Gale-Peeta aşk üçgeni gölgede kalmış. İyi de olmuş; özgürlüğü ve hayatı için savaşan Katniss'in ilk sıraya aşkı koyması biraz saçma olurdu. Yine de kitapta bu meselenin yeri hiç yoktu demek değil bu tabii ki.

Genelde aşk üçgenlerinde kahramanın en sonunda kimi seçeceğine dair bir fikrimiz olur, ama Suzanne Collins ilk iki kitapta da, son kitabın sonlarına kadar da hiçbir ipucu vermemeyi başardı. Gale'le mi olacak Peeta'yla mı, hatta ikisini de bırakıp bu tarz romanların genel olarak hitap ettiği genç-yetişkin diye adlandırılan kitle için nefis bir örnek mi teşkil edecek (çünkü genelde anti-feminist oluyor ve kitabın sonunda mutlaka "mutlu olmak için bir kocanız, bir sürü de çocuğunuz olmalı" mesajını veriyor ilkgençlik kitapları. Twilight'a ve bir vampirden hamile kalıp 19 yaşında anne olan ana karakter Bella Swan'a bir bakın.) hiçbir fikrim yoktu. Sonuncunun olmasını kağıt üzerinde isterdim tabii de, ilk günden beri sıkı bir Peeta'cı olarak bu leziz karaktere olan hayranlığımdan vazgeçemiyordum.

Yazının devamı kitabın içeriğine dair bilgi içerecek, eğer Alaycı Kuş'u bitirmediyseniz bu bölümü atlayın. Son uyarı! Bolca spoiler! 

Sonuca çocuklar gibi sevindiğimi hiç de utanmadan itiraf edebilirim. Katniss'in finalde ne Gale ne de Peeta'yla olması, tek başına ama mutlu kalması süper olurdu, Prim ölmeseydi şayet. Kendisine bir şey ifade eden, değer verdiği hemen herkesi kaybetti Katniss, kardeşini öldürüp bir de Peeta'yı alamazdı kızın elinden Collins. Peeta da ilk kitaptan beri aşk üçgenindeki favorimdi, hatta karakteri o kadar "iyi" buluyordum ki öleceğine emindim. Son kitapta bir anlamda öldü de, yokluğu (yani kafaca yokluğu) bana fena halde üzücü geldi, ama Collins'in bulduğu bu beyin yıkama yönteminin, karakteri öldürmeden öldürmek, hâlâ oradayken özletmek adına çok zekice olduğunu düşünüyorum. Peeta'nın Peeta'lığa dönüş sürecinin aşama aşama ve son derece inanılır şekilde verildiğini bir de.

Prim'ciğin ölüşü bir nevi çemberi tamamlayan hamle oldu ve bu seri için kusursuzdu bana göre. Her şeyi başlatan Prim'di, Katniss'in Prim'i kurtarmak istemesi, ama her şeyin sonunda, nihai olarak hiçbir şey Katniss'ten ya da Prim'den ibaret değildi. Korkunç bir hükümetin vatandaşlarına yaptıklarıyla ve halkın Capitol'e baş kaldırmasıyla ilgiliydi her şey günün sonunda.

Prim ve Finnick başta olmak üzere ölen karakterler, Katniss'in halkın gözünde bir kahramandan katil bir deliye dönüşmesi, aylarca bir hücrede kalması ve Katniss ile Peeta'nın vücutlarındaki birinci dereceden yanıklarla birer freak olarak yaşamaları çok hoşuma gitti açıkçası. Acımasız bir deli olduğumdan değil, bu gelişmeler bu tarz bir seride şimdiye dek pek seçilmemiş bir yol olduğu için. Böyle bir karanlık bu üçlemeye büyük dozda gerçekçilik kattığı için. Mutlu ama çok da hüzünlü bir son.

Son olarak, Coin'i öldürmeden hemen önce, Capitol hükümetindeki kilit adamların çocukları ve torunlarının katılacağı yeni bir Açlık Oyunları düzenlenmesi üzerine geçen toplantıda Katniss ve Haymitch'in verdiği evet oylarından kafanız karıştıysa (çünkü benim kafam ilk okuyuşumda kesinlikle karışmıştı), hemen bir aydınlatma: Katniss sadece Coin'in güvenini kazanarak onu geri püskürtüyordu, aksi takdirde Coin odadan çıkmasına dahi izin vermeden onu öldürürdü. Ve Haymitch, ta ilk kitaptan beri Katniss'le anlaşmak için sözcüklere ihtiyaç duymayan Haymitch bunu anlayarak ona destek çıktı. Katniss Prim'i ve diğer çocukları öldüren kişinin Snow değil de Coin olduğundan deli gibi şüphelense de, o noktaya kadar yüzde yüz emin olamazdı. İbret olsun diye son bir Açlık Oyunları düzenleme fikrinin Coin'dan çıktığını algılayınca (ki bunun için de Haymitch'le sessiz bir anlaşma ve hoş bir kelime oyunu yapıyorlar) tamamen emin oldu ve onu öldürmek için tek şansını kullanacağı anın planını yaptı. Collins'in seyircisinin zekasına, bunları açıklamayacak kadar saygı duyması müthiş bir şey bence. Bir de her şey olup bittikten sonra böyle bir Açlık Oyunları'nın asla yapılmadığı bilgisini verse pek şık olurmuş, ama tabii düşününce, bu olayın hemen ardından Katniss'in yarı deli bir ruh halinde hapsedildiği ve zaman mefhumunu yitirdiği dönem geldi. O yüzden, mantıklı.

Spoiler sonu! Yazının devamı güvenli :)

Tabii ki çevirisiyle ilgili de iki çift laf etmem gerek, özellikle ilk iki kitabın düzeltisini ilk yazıda nasıl yerden yere vurduğum düşünülürse. Öyle iyi bir çeviri beklemeyin; İngilizceden birebir çevrilen fakat bizim dilimizde hiçbir şey ifade etmediği için iğreti duran pek çok terim/kavram/söz öbeği var romanda. Sonra bir takım devamlılık hataları: İlk iki kitapta sürekli 'alaycıkuş' olarak geçen sözcüğün bu kitapta 'alaycı kuş' diye iki farklı kelimeye dönüşmüş olması, ya da yine ilk kitapta 'on ikinci mıntıka' olarak geçen dizinin son kitapta birden '12'ye dönüşmüş olması biraz rahatsız edici; ki bunlar nadiren değil, sürekli karşımıza çıkıyor. Alaycı Kuş'u yayınlayan yayınevi ve onun çizgisindeki yayınevleri bastıklarını edebiyat değil de az okuyan aptal insanların uçakta ya da tatilde okuyacağı çok-satan kitaplar olarak gördükleri için (ki gerçekten de iyi edebiyat sayılamaz yayın programlarındaki kitaplar ama konu bu değil, çerez kitaplar özeni hak etmiyor anlayışı şaka gibi) değil söz konusu yabancı dile, Türkçeye dahi doğru düzgün hakim olamayan "çevirmen"lerle çalışıyorlar sanırım, ki çok daha ucuza geliyordur böylesi. Ama ben garip bir şekilde kabullendim bunu böyle kitaplarda artık, cümle düşüklükleri ve imlâ hatalarıyla birlikte. Beni Açlık Oyunları ve Ateşi Yakalamak'ta çıldırtan, romanda kullanılan zamanın, çevrilip basıldıktan sonra baştan aşağı değiştirilmesiydi: yazar kitabında şimdiki zamanı kullanmış ve yayınevi de buna uygun çevirip basmış, ama sonra geçmiş zamanın daha iyi olacağına karar verip yeni baskıları değiştirmişlerdi. Fakat metni okumadan, cümlelerin sadece son kelimesine bakarak yapılmış gibiydi bu değiştirme işi; şimdiki zaman, şimdiki geçmiş zaman ve di'li geçmiş zamanın birbirine karıştığı, inanılmaz derecede rahatsız edici, berbat bir dili vardı ilk iki kitabın. İlk kitapları Türkçelerinden okuyup da beğenmediyseniz, bunun ana nedeni yayınevinin bu rezaletidir diyecek kadar bile ileri gidebilirim. Daha üç hafta önce çıkan son kitapta, doğal olarak, böyle bir sorun yok. Yani okur saçını başını yolmuyor. Küçük lütuflar için memnun olmayı da bilmeli.

Açlık Oyunları ve Ateşi Yakalamak'a hakim olan hava sürekli aksiyon ve ölüm tehlikeleriyle örülüyken, Alaycı Kuş daha bir yetişkin okuyucuya hitap edecek ve savaşın işleyişi, politika ve stratejilerle bezeli bir roman olmuş. Ben kendi adıma serinin her kitabını soluk bile almadan okudum, hatta son kitap çıkmadan birkaç gün önce tüm detayları anımsayabilmek için ilk iki kitabı tekrar okudum, ilk okuyuşumun üstünden altı ay bile geçmediği halde -demek ciddi ciddi bu serinin "fan"ı olmuşum. Tam da bu nedenle en güçlü halkanın hangi kitap olduğunu söyleyemiyorum, hepsi ayrı ayrı nefisti ve bir bütünü oluşturan parçalar gibiydiler zaten. Sonuç olarak son yıllarda yayınlanan en sürükleyici serilerden, en iyi distopik romanlardan biri Açlık Oyunları. Alaycı Kuş da serinin son halkası olarak olağanüstü etkileyici. Şimdiye dek okumadıysanız ve hafif ama akıcı, bağımlılık yapıcı distopik kitaplar hoşunuza gidiyorsa derhal okuyun derim.

Açlık Oyunları


Distopik bilim kurgu türüne dahil edebileceğimiz Açlık Oyunları, aynı adlı üçlemenin ilk kitabı (ikincisi Ateşi Yakalamak, üçüncüsüyse ağustosta yayınlanacak). Belki ilk kitabın konusuna pek orijinal diyemeyiz (hatta Battle RoyaleThe Running ManBin Dokuz Yüz Seksen Dörtve Survivor kırması diyebiliriz), ama kurgu o kadar başarılı ki, ilk bölümü okuduktan sonra herhangi bir orijinallik derdinizin kalmayacağını, sadece ve sadece kitabı bitirmeye odaklanacağınızı şahsen garanti ediyorum. Üstelik istediği kadar şundan bundan "etkilenmeler" taşıyor olsun, hikaye süper bence. Herkesin bir zaafı, özel merakı vardır, benimki de distopyalar ve Survivor tarzı yarışmalar, ikisi birleşince tadından yenmez bir şey oluyor benim için.

Belirsiz bir gelecekte, coğrafi olarak günümüzdeki Kuzey Amerika'nın bulunduğu yerde Capitol denilen büyük bir kent ve bu kente bağlı sömürgeler halinde yaşayan toplulukların bulunduğu mıntıkalar var. Teknoloji inanılmaz ilerlemiş, ama halkın büyük bölümü inanılmaz ölçüde fakirleşmiş. Capitol'deki her şeyden habersiz, kafaları pek bir şeye basmayan, magazin meraklısı estetik ameliyat delisi insanlar bir yana, mıntıkalarda yaşayan asıl halk açlıktan ölmeme savaşı veriyor. Bölgeleri elektrikli çitlerle çevrili ve bulundukları yeri terk etme izinleri yok. Aslında hiçbir şeye izinleri yok, Capitol yönetimine ters düşen bir düşünceyi ağızlarından kaçırırlarsa örneğin, kendilerine "Barış Muhafızları" diyen askerler gelip kafalarına bir kurşun sıkabilir.

Capitol yönetimi, geçmişte yaşanmış bazı ayaklanmaları cezalandırmak ve yenilerini oluşmadan engelleyebilmek, halkın aslında Capitol karşısında ne kadar güçsüz, zavallı ve değersiz olduğunu insanlara sürekli hatırlatmak için, her yıl Açlık Oyunları adı verilen birreality show düzenliyor. Her mıntıkadan bir kız, bir de oğlan olmak üzere 2 kişinin katıldığı, katılımcılara 'haraç' adı verilen ve toplam 24 haraçla başlayan bu "oyun"lar, havasını, suyunu, ağaçlarını, canlılarını Capitol'un kontrol ettiği bir arenada yapılıyor. 24 haraç, birkaç günlük müzakere ve eğitimden geçtikten ve derilerinin altına birer tracker yerleştirildikten sonra, her tarafı gizli kameralarla çevrili arenaya atılıyor ve oyunlar başlıyor. Hedef basit: hayatta kalmak. Arenanın zor koşulları (soğuk, susuzluk, zehirli otlar, vahşi hayvanlar ve tabii ki açlık) bir yana, asıl savaş, haraçların arasında. Kimse kalmayana dek birbirlerini öldürmek zorundalar, çünkü Açlık Oyunları'ndan sadece bir kişi sağ çıkabiliyor.

Televizyondan canlı olarak yayınlanan (ve herkesin izlemek zorunda bırakıldığı) Açlık Oyunları'na katılacak oyunculara, kurayla karar veriliyor. Tek şart, oyuncuların 12 ila 18 yaşları arasında olmaları. Kuradan Prim isminde, on iki yaşında küçük bir kızın adı çıkınca, Katniss isimli ablası, oyunlara onun yerine katılmaya gönüllü oluyor. Açlık Oyunları serisi bu ablanın bakış açısından, birinci tekilde yazılmış, baş karakterimiz de o doğal olarak.

Katniss, 12. (ve son) mıntıkada yaşayan, on altı yaşında bir genç kız. Babası birkaç yıl önce bir maden kazasında öldüğünden beri, kız kardeşi ve annesine o bakıyor; akşamları gizlice ormana sızarak avcılık ve toplayıcılık yapıyor. Çıtkırıldım bir kız değil; hem ruhsal, hem de bedensel olarak son derece güçlü, iyi nişancı, inatçı, ve genelde alışageldiğimiz kahramanların aksine etrafındakileri düşündüğü kadar kendisini de düşünen, gerektiğinde bencil olabilen biri Katniss. Yani şahane bir kahraman.

Çok sürükleyici, hangi tür romanları severseniz sevin sizi etkileyecek ve işinizi gücünüzü bırakıp aynı gün içinde bitirmenizi sağlayacak bir kitap var karşımızda. Serinin ikinci kitabı Ateşi Yakalamak'tan ise, ilk kitabı okumayanları düşünerek hiç bahsetmiyorum, sadece ilk kitaptan daha bile çok sevdiğimi söyleyeyim, üçlemenin ortasında olmasına, bir nevi geçiş kitabı sayılmasına rağmen hem de.

Fakat okurken beni çok kızdıran (evet, resmen kızdıran) bir şeye de değinmeden geçemeyeceğim bu yazıda: kitabın çevirisi. Aslında tam olarak çevirisi de değil, düzeltisi diyebiliriz sanırım. İlk kitabın girişine şuna benzer bir not düşmüş yayınevi: "Bu roman, yazar tarafından şimdiki zamanda yazılmıştır. Fakat biz, kitabın ilk baskılarından farklı olarak, daha güzel olsun diye (!) di'li geçmiş zamana çevirdik kullanılan zamanı." Kitap yanımda olmadığı için birebir alıntı yapamıyorum, fakat emin olun, söylediği şey bu.

Anladığım kadarıyla (bu notu düşen kişinin Türkçesi pek iyi olmadığı için emin olamıyorum) kitap ilk olarak birebir çevrilmiş, birkaç baskı yapmış o şekilde, satmış. Fakat bir nedenle, bir süre sonra, Collins'in kullandığı dili baştan aşağı değiştirmeye karar vermiş yayınevi (oysa kitap yazarındır, çevirmenin değil. Bir şiir değil, roman var ortada.) Hem de basıldıktan sonra, evet. Bunun saçmalığından bahsetmeyeceğim bile, ortaya çıkan şeyden yani benim okuduğum baskıdaki metinden bahsetmek istiyorum. Sanki birisi (ama Türkçe bilmeyen, hatta okumayı da bilmeyen birisi) almış eline bir kırmızı kalem, oturmuş, her cümlenin sonuna (ama sadece sonuna!) bakarak, yüklemleri çat çat değiştirmiş. Ortaya bir garip zamanlar silsilesi çıkmış. Aynı paragrafta basit geçmiş zaman, yakın geçmiş zaman, geniş zaman ve şimdiki geçmiş zamana rastlamak mümkün.

Çevirmenin adına Gece Evi serisinden aşinayım, açıkçası o kitaplarda hiç de fena olmayan bir iş çıkardığını düşünmüştüm. Zaten ilk kitabın başına düşülen not, bu hataların çevirmenle pek de bir ilgisi olmadığına işaret ediyor. Kitabın çevirisi müthiş demiyorum; cümle düşüklükleri ve imlâ hataları gırla, fakat artık bu tarz kitaplarda alışkın olduğum için midir, daha iyisini beklemiyorum zaten. Hem kitap o kadar sürükleyici ki, kendinizi kaptırdığınızda (benim gibi bir imlâ manyağıysanız bile) yazım hatası görecek haliniz kalmıyor. Zaman dilimlerindeki karışıklık ise, yenilir yutulur gibi değil. Olay sadece aynı paragrafta farklı zamanların kullanılmış olması değil, yanlış kullanılmış olmaları. Di'li geçmiş zamanda geçmesi gereken bir yüklem şimdiki geçmiş zamanda kullanılmış, ama hemen ardından gelen cümlede bunun tam tersi yapılmış. Hemen bir örnek vereyim:
"İkimiz birer ayağından tutup onu yüz seksen derece çeviriyorduk ve tuzlu suya doğru çekmeye başladık." (Ateşi Yakalamak, 318. sayfa)

Açlık Oyunları'nın bir edebiyat şaheseri olmadığının farkındayım, elbette beni benden alacak bir dil de beklemiyorum. Kapak tasarımından adına kadar her şeyiyle belli ki, bu elinize aldıktan sonra masaya koymadan okuyup bitireceğiniz, sonra da unutacağınız, pek çok kişiye aynı anda hitap edebilecek, salt eğlencelik bir roman. Ama bu, bu kadar özensiz davranılmasını haklı çıkarmıyor bence. Editörün (söz konusu yayınevinde varsa böyle biri tabii) ne yaptığını, nasıl buna izin verebildiğini merak etmemek elde değil.

Bu kadar söylendikten sonra, "alın bu kitabı, okuyun mutlaka!" demem çok mantıklı gelmeyebilir :) Ama o kadar bağımlılık yapıcı, o kadar etkileyici bir seri ki bu, değer bence. Tabii ki İngilizce biliyorsanız orijinalinden okuyun, benim düştüğüm hataya düşmeyin. Ama İngilizceniz o kadar iyi değilse, boşverin hataları, alın kitapları. Birkaç günde bitirip, ağustosta çıkacak son kitabı beklemeye başlayacaksınız. Ya da en iyisi (benim şu anki aklım olsa ben öyle yapardım), ağustosa kadar bekleyin, üç kitabı da alın, ve hepsi elinizin altındayken okumaya başlayın. Böylece benim ikinci kitabı bitirdikten -ve üçüncünün çıkmasına aylar olduğunu öğrendikten- sonra girdiğim ufak çaplı depresyon sizi de avcunun içine almaz, mutlu mesut okur, bitirirsiniz, kafanız rahat. Oh.

Twilight, House of Night ve The Vampire Diaries




İtiraf ediyorum, koskoca kız oldum ama hâlâ, okuyucu kitlesi olarak liseli kızları hedef alan, bol vampirli, hafif mi hafif romanları okuyorum. Aslında 'hâlâ' doğru kelime değil, son yıllarda başladı bu takıntı; çünkü son yıllarda bu kitaplar sardı dünyayı. İlkokul 3'e giderken Angela Sommer-Bodenburg'un çocuk kitapları serisi Küçük Vampir'le birlikte vampirlerle tanıştığım andan beri bir vampir merakım var, ama benim zamanımda (!) vampir miti bu kadar ayağa düşmemişti, en fazla Anne Rice okuyup Lestat'ı, Louis'yi falan hayal ederdik :) Şimdiyse nereye elini atsan vampir, televizyonda vampir, sinemada vampir, edebiyatta vampir, işin garibi vampirler mutasyona uğradı, artık kana susamış tehlikeli ve gizemli yaratıklardan çok gün ışığında güle oynaya gezinen seksi erkek vampirler söz konusu, etraflarındaki zavallı ölümlü kızlar da onlara bakıp bakıp iç geçiriyor.

Bu yazıda üç farklı kitap serisini ele alıyorum, ki bunlardan birinin film, diğerinin dizi versiyonları yapıldı ki onlara da değiniyorum.




Twilight, House of Night ve The Vampire Diaries; hepsi de bol genç kızlı, bol kanlı, bol aşklı vampir "edebiyat"ı. Bu türle ilk tanışmam Twilight (Alacakaranlık) serisi ile oldu. Twilight çılgınlığı dünyayı bu kadar sarmadan önce, ve o rezil Türkçe çevirisine dayanamayarak orijinalinden okumuş, özellikle 1. ve 4. kitapları çok eğlenceli bulmuştum. Tabii ki son derece amatörce kaleme alınmış, boktan diyaloglar, bir türlü gerçekleşmeyen savaşlar ve acayipcheesy aşk halleriyle dolu dizide mutlaka her bölüme -3 sayfadan kısa olmamak kaydıyla- serpiştirilmiş Edward methiyeleri (...Edward'ın mermer gibi teni... Edward'ın hipnotize edici bakışları... Edward'ın kaslı ve kıllı seksi kolları... vs.) feci sinir bozucuydu. Tüm bunlara rağmen bu kitapları zevk alarak okuyabilmemin nedeni -çoğunluğun aksine Edward Cullen yerine- Meyer'ın yarattığı vampir dünyasıydı. İşin garibi, alıştığımız vampir mitini ters yüz ettiği için yazara kızıyordum da (hele hele vampirlerin güneş ışığına çıkamamalarının nedenini tenlerinin elmas gibi parlamasına bağlaması, gerçekten mi Stephenie Meyer, gerçekten mi?). Fakat hiç uyumayan, insanların arasına rahatça karışabilen, gün ışığı, haç, kutsal su ve sarmısak korkusu olmayan, yeryüzünde yazılmış tüm kitapları okumak, çekilmiş tüm filmleri izlemek ve yapılmış tüm müzikleri dinlemek için sonsuz zamanı olan, insanları öldürmek zorunda olmayan, harikulade iyi duyan, gören, koşan, elindeki zaman ve yeteneklerle olağanüstü bir virtüöz ya da tenis oyuncusu olma potansiyelini içinde taşıyan vampirlere özenmemek mümkün değildi. Meyer da ölümsüzlük saplantılı olan bana, gece uykuya dalmadan kurduğum hayaller için malzeme vermiş oldu. Twilight'tan aldığım buydu. Twilight kitaplarını yerden yere vurarak eleştirenlere hiçbir şey diyemiyorum, boynu bükük dinliyorum, utanmasam laf arasında 2-3 cümleyle değil, neredeyse ona ayrı bir yazı döşenerek yuhalayacağım ama utanıyorum çünkü ikiyüzlülük olacakmış gibi geliyor, çünkü çocuk kitapları standartlarında ele alındığında bile olağanüstü bir iktidarsızlık gösteren bu kitapları çok eğlenerek okudum ben. Guilty pleasure dedikleri bu olsa gerek.



Twilight'ın sinema uyarlaması ise rezalet. Re-za-let. Bu kadar sığ başka bir roman uyarlaması görmedim sanırım (belki The Time Traweler's Wife?) New Moon'u izlemedim, hiç mi hiç niyetim yok izlemeye, ilk film yetti de arttı bana. Filmin tek artısı Robert Pattinson. O da güçlü oyunculuğuyla falan değil, tipiyle. Nitekim Robert Pattinson'ı kutlamak gerek, bu filmde bir değil, tam iki rol birden üstleniyor: Edward Cullen ve Edward Cullen'ın saçı. Bu saç bazen ekranı kaplıyor, bazen Edward'ın boyunu 5 santim uzatıyor. Ama mühim değil, çünkü Pattinson ağzını açıp da konuşmaya başladığında ekranda dikkatinizi dağıtacak bir şeyin olması -bu saç da olsa- iyi oluyor (özellikle Edward'ın Bella'yı ilk gördüğü anda yüzünde belirmesi gereken şehvet ifadesi yerine bir mide bulantısı ve tiksinti görmek beni henüz çocuk yaşta olan Pattinson'ı değil, yönetmen Hardwicke'i suçlamaya itti). 

Pattinson'ın hakkını teslim etmek gerek, çocuğun tipi tam kafamda canlandırdığım Edward Cullen; konuşmadığı sürece (ve gömleğinden fışkıran kıllarını görmezden gelebilirsem) dakikalarca izleyebilirim o yüzü. Gerçi New Moon'un fragmanında o makyaj olduğu inanılmaz belli olan baklava kaslar biraz tırstırdı beni, üstelik ilk filmde de aralardan kendi göz rengi olan kahverenginin çıkmasına engel olamayan sarı vampir lensleri ve yakın plan çekimlerde kıllarını kapayamadığını gayet iyi gördüğümüz ve vücudunun bazı bölümlerine sürülmesi unutulmuş, bazı bölümlerinde de feci sırıtan fondöteni de (ya da belki tebeşir tozu?) aynı derece abesti. Bütçeleri düşükmüş herhalde, paraları yetmemiş, canlarım. Bütçe demişken, görsel efektlerin komikliğine ne demeli? Zaten dövüş sahneleri az, bir de üstüne üstlük berbat, bari uçan vampirlerin tavandan sallanan ipleri görünmeseymiş. Filmin aksiyon sahneleri o kadar amatör ki, 80'lerde Türkiye'de çekilmiş 3. sınıf bir aksiyon filmi izlediğinizi zannedebilirsiniz. Ama bir dakika, Pattinson'ın yakışıklı olduğunu anlatıyordum. Evet, filmin tek artısı da bu galiba. Bir de müzikleri. İlginç bir şekilde S. Meyer'ın bu kitapları yazarken dinlediği, ilham aldığı müziklerden oluşturulmuş soundtrack. İyiymiş hatunun müzik zevki, ne diyeyim.


Twilight'ta Isabella Swan karakterinde gördüğümüz Kristin Stewart, bu filmdeki oyunculuğuyla ustalara oyunculuk dersi veriyor.

Bella'yı canlandıran Kristin Stewart'ın o bir an bile yerinde durmayan kaşları, sürekli birbirine vuran göz kapakları, herkesten nefret eder bakışları, uğruna öleceği büyük aşkı kendisine ilan-ı aşk ederken bile somurtması ne oluyor? Pattinson bile bu kızın yanında yetenekli kalıyor... Sürekli gözlerini kırpıştırınca, ağzını hiçbir surette kapamayınca ve iki lafı bir araya getiremeyip kekeleyince iyi rol kesiyor mu oluyorsun kızcağızım? Hele sonlardaki hastane sahnesinde, Edward Bella için en iyisinin onu bırakması olduğunu ima ettiğindeki tepkisi... Abartısız 45 saniye boyunca "Wh? Wha.. I... I! I.. What are you... What... Waa... But! But... A.. Oh..." şeklinde kekelemesi, o sırada bir yukarı bir aşağı inen kaşları, saniyede 7 kez birbirine vuran göz kapakları ve o somurtuk idiyotik bakış ve duruş... Seyircinin gülme krizine girdiği -ya da azıcık aklı varsa girmesi gerektiği- sahne işte o.

Stewart, aslında hiç de fena olmayan -yani Edward'a olan koşulsuz aşkı ve aşırı vicdanından başka bir kusuru olmayan, ama zaten başka bir özelliği de yok sanki Bella'nın, aman neyse- bir karakteri alıp piç ediyor bu filmde, kelimenin tam anlamıyla piç, bir de kalın yazalım: piç. Twilight'ın kitabını okumayıp da salt filmini izleyenler için Bella bir embesil. Bir sürü sıfat bulup arka arkaya dizmek isterdim ama üşendim, embesil sözcüğü her şeyi anlatıyor işte.


Kristin Stewart'ın ağzı film boyunca tek bir sahnede kapanıyor, onda da sağ üstte gördüğümüz gibi oldukça garip bir hal alıyor.

Senaryo yok ayrıca Twilight'ta. Gerçekten yok. Vampir filmi falan olmaya çalışmıyor film, aşk filmi olma derdinde. İşin kötüsü pek bir aşk da göremedim ben. Edward ve Bella'nın yakınlaşıp aşık oldukları süreç filmde.. ee... süreç olmaktan çıkıyor. Sahne 1: Edward ve Bella tanışır. Sahne 2: Bir bakarız Erdward ile Bella birbirine deli gibi aşık oluvermiştir. Meyer'ın en iyi (belki de tek iyi) yaptığı şey karakterizasyonken, onun karakterlerini ve gelişimlerini alıp böylesine ezmek de başlı başına bir yetenek olsa gerek. Geriye ne kalıyor ki? Mühim olan tek şey okula yeni gelen bu iddiasız kızın, okulun ulaşılmaz, gizemli yakışıklısıyla elele okula doğru yürümesi, o sırada çalan gaz müziğin de etkisiyle seyircinin yüzünde aptalca bir hülyalı ifadenin oluşmasıdır. Bütün lisenin önünde! Bella'ya hayranlık ve haset karışımı bakışlarla bakan liseli gençlerden daha önemli ne olabilir ki?!

Sonuç olarak filmin senaryosu berbat, görsel efektleri berbat, oyuncuları berbat... Ama filmin yönetmeni gayet eli yüzü düzgün bir film olan Thirteen'in yönetmeni: Catherine Hardwicke. Demek tek filme aldanmamalı, yönetmenin bir filminin iyi olması bir diğerinin boktanlıkta sınır tanımayacağı anlamına gelmiyor. Twilight'ta her şey öyle sıradan, öyle basit, öyle spastikçe, öyle klişe ki, bu filmi sinemaya gidip izliyorsanız iki seçeneğiniz var. 1- Salondan çıkmak, 2- Filme komedi muamelesi yapıp eğlenmek. Ben kitapları bilmeyen bir arkadaşımla gitmiştim ve film boyunca kahkahadan kırılmıştık.

Ayrıca sinema ve TV dünyasından birbirinden seksi vampirler gelip geçmişken uyduruk Edward Cullen'a bu kadar takılıp kalmak niyedir, anlamış değilim. İlk anda akla gelenler: Buffy ve Angel dizilerinden Spike (James Marsters) ve Angel (David Boreanaz), Dracula'dan Dracula (Gary Oldman), Interview with the Vampire'dan Lestat (Tom Cruise) ve Armand (Antonio Banderas), Tale of a Vampire'dan Alex (Julian Sands), The Lost Boys'dan David (Kiefer Sutherland) ve de bu listeye son zamanlarda giren The Vampire Diaries'den Damon Salvatore (Ian Somerhalder).

İnceleyeceğim ikinci vampir kitap serisi olan House of Night (Gece Evi), tamamen farklı. Anne-kız P.C. Cast ve Kristin Cast tarafından yazılmış olan House of Night daha çok, ortaokul ögrencilerinin Yaramaz Kızlarokuyup özenmesine benziyor. Lise çağında bir kız olsaydım, bu kitaplardan çok daha büyük keyif alırdım -nitekim sadece liseli kızların uğrunda ayılıp bayılacağı bir seri bu. İnsanların alıştığımız şekilde (kanlarının emilmesi+vampirin kanını emmeleri) vampir olmadığı, belli bir yaşa gelince Vampir Tanrıçası Nyx tarafından seçilip işaretlenerek, kendi kendilerine (bir hastalığın farklı evrelerinden geçer gibi) vampire dönüştüğü bir evren. Dünya, günümüz dünyasından farklı olarak, vampirleri biliyor ve -isteksizce de olsa- kabulleniyor. İnsanlarla karşılaştırıldığında vampirlerin nüfusu gene de çok az. 50 insandan belki biri (biraz attım) işaretleniyor değişim için. Üstelik her işaretlenen kazasız belasız vampire dönüşecek diye bir kural da yok; bu değişim sürecinin herhangi bir anında (ki birkaç yıl sürüyor değişimin tamamlanması) söz konusu çaylak -henüz vampire dönüşmemiş ama vampir olmak üzere işaretlenmiş insanlara çaylak deniyor- aniden kulaklarından, ağzından, burnundan ve gözlerinden kanın boca etmesiyle ölebiliyor, vücudu değişimi kaldıramamış anlamına geliyor bu. Bir çaylak ilk işaretlendiğinde (yani alnında içi boş motifli dövmeler oluştuğunda) pılını pırtını toplayıp neredeyse her şehirde bulunan House of Night okullarından birine gidiyor, çünkü bir çaylak, ölmek istemiyorsa, değişimini tamamlayana kadar yetişkin vampirlerin yakınında bulunmak zorunda (kabul edelim ki burası biraz saçma).



Şimdi, niçin bu serinin 15-17 yaş aralığındaki kızlara hitap ettiğine bir bakalım: Yatılı bir okul (güzel). Bu okulda geometri ve coğrafya gibi sıkıcı dersler değil, dövüş sanatları ve tiyatro gibi eğlenceli dersler veriliyor (güzeel). Bu okula gençler not alıp sınıf geçmeye değil, vampir olmaya geliyor ki bu da hikayenin ihtiyacı olan karanlık ve fantastik unsurları işin içine katıyor (pek güzel). Kitabın kahramanı, okuyanın kendisini kolaylıkla özdeşleştirebileceği, ne çok güzel, ne çok çarpıcı, ne de çok zeki, ama (dikkat!) çok 'farklı' olan bir hanım kızımız: Zoey (ne güzel). Ve onun çevresinde dört dönen birbirinden yakışıklı, seksi, popüler, şu bu erkekler (ki içlerinde şair bir öğretmen bile var ki, ne diyoruz? evet, aman ne güzel!).

Sonuç olarak, 8-9 yıl önce yazılmış (ve elime geçmiş) olsa beni çok mutlu etmiş olacak bir dizi bu. İlk 2 kitap beni bir sarmış, pir sarmış, 2-3 gün elimde onlarla gezmişim, hâlimi gören Umut'un bile canı çekmiş, bu 'kız kitabı'nı almış, kasmış kendini ve 2 kitabı bitirmiş. Ben de bu arada 3 ve 4 no'lu kitapları okumuşum (o sırada çevirisi olmadığı için üşenmemiş İngilizcelerini bulmuşum) fakat "yeter" diyip bırakmamız Umut'la aynı zamana denk gelmiş. Şu an 5. kitap (ki bir de 6.sı çıkmak üzereymiş) mahzun mahzun duruyor, bir gün okunacak elbet ama yakın bir gün değil o gün. Yazar(lar) o kadar başarılı ki incir çekirdeğini doldurmayacak konularda sayfaları doldurmakta, başlarda hoş gelen bu özellik bu kitaplarla birkaç gün geçirdikten sonra işkence olmaya başlıyor, bir bakmışsınız okuduğunuz son 50 sayfada Zoey'nin duş alıp yemeğe gitmeye hazırlanmasından başka bir şey yok; suyun basıncı ve sıcaklığı, yemek için seçilen kıyafetlerin rengi ve dokusu, saç kurutma makinesinin markası ve yarattığı harikalar anlatılmış sadece. Üstelik ben Harry Potter gibi her kitap 1 seneyi anlatıyor sanmıştım, çok yanılmışım: Bir kitapta taş çatlasa 5 gün geçiyor, şaka gibi. Anladık, Cherokee dilinde Uwetsiageya dilimizde 'kızım' anlamına geliyor ve bu sözcüğü anneannenden her duyduğunda yüreğin sımsıcak oluyor Zoey Kızılkuş, ama ne gerek var bunu her bölümde tekrar etmeye? Basit bir kahve içme eylemini 3 sayfada anlatmaya ne gerek var peki, arkası yarının kitap versiyonu mu bu?..



Sonuç: Hoş ama boş bir dizi bu. 2. kitabın sonunda ortaya çıkacak olan büyük 'revelation'ı siz zaten ilk kitabın ortalarında tahmin etmiş oluyorsunuz. Romanın dilinin zaman zaman okullu bir kızın günlüğündekine benzemesi de canınızı sıkıyor. Pek çok yerde size çocukça hatta aptalca gelecek gözlemler, benzetmeler, diyaloglar, kararlar (çüş) var. Ama hoş, heyecanlı bir dünya Zoey'nin dünyası, bağımlılık yapıyor. İyi kafa dağıttırıyor. Seksi vampirler de cabası.

Sıra şu ara pek bir moda olmuş The Vampire Diaries'de (Vampir Günlükleri). Bu seri için "Twilight taklidi bu, oğlan vampir, kız ölümlü, birbirlerine aşık oluyorlar" gibi ileri geri laflar duymaktayım orada burada, en başından belirteyim ki The Vampire Diaries ile Twilight kitapları 15 küsur yıl arayla yazılmış, fakat ilk yazılan Twilight değil. Yani ortada ille de bir apartma durumu varsa, Stephenie Meyer L.J. Smith'den ilham almış demektir. Tabii bu sadece bir teori :)



Bu kitap serisinin birincisi 18 yıl önce yazılmış, ama kitapların TV dizisine dönüştürülmesi bu sene oldu, dolayısıyla kitapların ulaşabildiğinden çok daha geniş bir kesime ulaştı. Konu, Twilight'la sadece yüzeysel bir benzerlik gösteriyor aslında. Evet asıl çocuğa deli gibi aşık ölümlü bir kız (Elena) ve iyi yürekli, tıpkı Edward gibi insan kanı içmeyen, her zaman güvenilir vampir bir oğlan (Stefan), bir de bunların aşkı çevresinde dönüyor olay. Ama bir vampir oğlan daha var ki çok daha ilginç Stefan'dan: Stefan'ın abisi, karizmatik, gizemli, kötü çocuk Damon. Elena da hafiften ikisi arasında kalır gibi oluyor (ama hafiften). Üstelik asıl oğlanın asıl kıza aşık olma nedeni, Twilight'takinden (hatırlayalım, neydi? evet, Bella'nın kokusu Edward'a çok çekici geliyordu; kızın kanını içmek istiyordu, bir de herkesin düşüncelerini duyabildiği halde Bella'nınkileri duyamıyordu. Aşık olmak için birbirinden geçerli iki neden) çok daha az absürd: Zamanında deli gibi sevdiği Stephanie -spoiler vermemek için çok uğraşıyorum :)- Elena'nın ikizi gibi. Ama sadece görünüş olarak. Öncelikle birkaç yüzyıl fark var aralarında. Üstelik... Ehem, neyse. Spoiler yok.

The Vampire Diaries'in edebi dili diğer iki seriyle çok benzeşiyor: Yok. Çerezlik kitap diye tanımladığımız, ne yetişkin ne çocuk edebiyatına girdiği için, yayınevlerinin 'Young Adult' (yani genç yetişkin) serileri altında satılan kitaplar. The Vampire Diaries'deki vampirler, bilip sevdiğimiz vampirlere Twilight ve House of Night'takilerden çok daha fazla benziyorlar, ama bir nokta var ki, Meyer'ın tenleri güneşte elmas gibi parlayan vampirlerinden bile daha çok sinirimi bozuyor: Sihirli yüzük. Smith'in vampirleri, özel bir yüzük sayesinde güneşin altında ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşabiliyorlar. Biliyorum, bunun nedeni serinin bir lisede geçmesinin gerekliliği (gerek çünkü hedef yine genç kızlar, o zaman ortam neresi olsun? tabii ki lise olsun!), güneş ışığı tenlerine temas ettiğinde vücutları alev alıyor olsa, vampirciklerin liseye gidip kendilerini insan olarak yutturabilmeleri pek mümkün olmazdı. Yine de kolaya kaçma yöntemi gibi geliyor bana gün ışığından etkilenmeyen vampirler yaratmak.

Kitapta en çok hoşuma giden şey, ana karakterin alışageldiğimiz ezik büzük, vicdanlı, iyilik tanrıçası, popülerlikle uzaktan yakından alakası olmayan, iç dünyası zengin, derin mi derin, eli yüzü düzgün ama kesinlikle çarpıcı olmayan kızdan çok farklı olması: The Vampire Diaries'in Elena'sı sarışın, incecik, okulun kraliçesi, üstelik son derece şımarık ve kitabın başlarında oldukça yüzeysel bir kız. Kitaptaki Elena bana ne kadar hoş geldiyse, TV dizisindeki Elena da o kadar itici geldi. Bu vesileyle The Vampire Diaries'in dizisine yumuşak bir geçiş yapıyoruz: Dizi ilk sezonunda, ben bu yazıyı yazarken 10 bölüm yayınlandı ve ara verdi, 1-2 ay sonra devam edecek.

Hemen dizinin Elena'sını anlatmalı: Ezik büzük, vicdanlı, iyilik tanrıçası, popülerlikle uzaktan yakından alakası olmayan, iç dünyası zengin, derin mi derin, eli yüzü düzgün ama kesinlikle çarpıcı olmayan bir kız buradaki Elena. Bu satırlar tanıdık mı geldi? Bir üstteki paragrafa bakın, Bella'yı ve türevlerini tanımlamak için aynı sıfatları kullanmışım, hayret. Esmer ve fare gibi bir kız bu üstelik. Hayır dizide bu kızın en yakın arkadaşı taş gibi bir melezken, teyzesi bu fareden çok daha seksiyken kim neden bu kızcağıza baksın ki, mantıklı olmuş kızı popüler yapmamaları. Ama neden, neden her zaman başroldeki kız böyle bir iyilik meleği yapılır, eğlenmeyi bilmeyen, tutucu, inatçı, herkesi yargılayan, sıkıcı bir karakter yaratılır? Neden? Böyle tiplerle mi özdeşleştiriyor kendini seyirci, gerçekten mi? Azıcık sadık kalın kitaba, yapın şöyle taş gibi sarışın, soğuk, popüler, ukala bir hatun, çıkmayacak mı hiç kendiyle özdeşleştiren, görelim.



Elena böyle. Ama bir Stefan var ki, Elena onun yanında güzellik kraliçesi gibi kalıyor. The Vampire Diaries'in güvenilir, çekici, taş vampiri Stefan'ı, dizide bir 'Edward Cullen wannabe' canlandırıyor. Bakışlar, mimikler, yatık durmayan o saç, gözler, kaşlar, her bok aynı. Aynı aynı olmasına da, Pattinson'ın 17 gömlek altı. Oynayan adamın adına bakmaya bile üşendim şimdi, ama eminim biyografisini bulsam 30 yaşında olduğunu öğrenirim, bir de bu sorun var tabii: Amerikan gençlik dizilerinde çocuklu adamların halka 'teenager' diye yutturulması. Evet Stefan bir vampir ve bilmem kaç yüz yaşında ama 17 yaşındayken ölmüş, 17 yaşında görünmesi gerekiyor. Neden abi, neden deli bir bütçe ayırdığınız dizinin oyuncu seçimlerini bu kadar kötü yaparsınız?

Ki bu da beni dizinin en önemli silahına getiriyor. The Vampire Diaries'de tek bir oyuncu var ki, diğer tüm tipsizleri unutturuyor; hatta dizinin basbayağı onlarca örneği olan bir Amerikan gençlik dizisine dönüşmekte olduğu gerçeğini, tek farkının arada sırada görünen sivri dişler olmaya başladğını, eğer diziyi takip etmek istiyorsa, hiç ilgilenmediği halde Elena'nın (kitapta küçük bir kız olan) 16 yaşındaki erkek kardeşinin aşk hayatını da izlemek zorunda olduğunu idrak etmeye başlayan sabırsız seyirci, sadece bu faktör sayesinde bu diziye tahammül edebiliyor: Ian Somerhalder. Lost'un Boone'u olarak bildiğimiz bu bebe, hem çok başarılı bir oyunculuk, hem de şahane bir tiple dizinin başrollerinden birini, Stefan'ın kardeşi kötü çocuk Damon'u canlandırıyor.

Twilight'ın filmini izlemeyin, kitabını da okumayın mümkünse, ama ille de birini yapacaksınız, açık ara kitapları önde. The Vampire Diaries'i ise ne okumaya ne izlemeye gerek var, belirttiğim gibi sadece Ian Somerhalder dizisini takip etme nedeniniz olabilir, ama fikrimi sorarsanız baştan hiç bulaşmayın. House of Night'ın dizi ya da film uyarlaması yok, ama bu üçü arasında benim favorim o. Ki o da bir süre sonra bayıyor, ama arka arkaya okumak yerine kitapların arasına birer ay koyarsanız keyifli vakit geçirmiş olursunuz; House of Night Twilight ve The Vampire Diaries ile karşılaştırıldığında çok daha mülayim, hafif, kendini ciddiye almayan ve eğlenceli bir seri, asıl derdi vampirler üstelik, inanılır olmayan ucuz bir aşk hikayesi değil. Şayet gençlerimizin büyük kısmı (maalesef ben de dahilim bu gruba) gibi bir vampir zaafınız yoksa hepsinden uzak durmak en iyisi.

Son olarak, biliyorum ki burada eksik kalmış, dillerden düşmeyen bir vampir dizisi var: True Blood. Her yerden duyuyorum ve merak da ediyorum ama aldığım duyumlara göre güneyli aksanıyla konuşuyormuş vampirinden insanına bütün oyuncu kadrosu, ben de o aksana tahammül edemiyorum... Diziyi ilk bölümünden harcamak yerine hiç bulaşmamayı tercih ediyorum :)